Skip to main content
Hatespeech
11 min read

Kelimelerle savaşmak

Credits Text: Nurcan Baysal September 17 2020

2016 baharında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Birimine çağrıldım. Bir soruşturma için ifade vermem isteniyordu. Yaklaşık 10-13 civarında sosyal medya paylaşımlarımdan bir dosya oluşturulmuş ve “terör propogandası” suçlaması ile hakkımda soruşturma açılmıştı. Savcı bu sosyal medya paylaşımlarımdaki bazı kelimelere takılmış ve bu kelimeler üzerinden “terör örgütü propogandası” yaptığıma kanaat getirmişti. Bu kelimelerden biri “Kürdistan”dı. Emniyette ifademi alan polis bu kelimeyi neden kullandığımı ve bu kelime ile neyi kast ettiğimi soruyordu. Oysa Kürdistan kelimesi yasalarla yasaklanmamıştı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan dahil çeşitli siyasetçiler geçmiş yıllarda konuşmalarında “Kürdistan” kelimesini kullanmıştı. Soruşturmaya konu olan bir diğer kelime memleketim Diyarbakır’ın Kürtçe ismi olan “Amed” idi. “Amed” kelimesi de belediye billboardları dahil kentin birçok yerinde yıllardır kullanılıyordu. Bir başka kelime “Newroz” idi, yani Kürtlerin bahar bayramı. Emniyetteki polis bana her bir kelimeyi neden kullandığımı ve o kelimelerle ne kastettiğimi soruyordu. Ben de uzun uzun anlattım, birinin memleketimin ismi olduğunu, diğerinin yaşadığım coğrafyanın ismi olduğunu, bir diğerinin binlerce yıldır kutladığımız bahar bayramımız olduğunu… Sadece fiziksel olarak tank, top silahla değil aynı zamanda kelimelere karşı da bir savaşın başlatılmış olduğunu düşünmüştüm o gün.

Yanılmayacaktım. 2016 sonbaharından itibaren Kürt illerinin seçilmiş belediye başkanları cezaevine atıldı ve yerlerine kayyımlar atandı. Kayyımların ilk icraatları Kürtlere ait sembol ve kelimeleri Kürt şehirlerinden silmek oldu. Türkçe-Kürtçe çift dilli tabelalarımız yerine tek dilli Türkçe tabelalar asıldı. Sokaklarımızın, parklarımızın, tiyatrolarımızın, meydanlarımızın, hatta kentlerimizin isimleri değiştirildi. Her şey Türkçeleştirildi ve Kürtlükten arındırıldı. Belediye tabelasındaki Amed ismi Diyarbakır, Dersim ismi Tunceli ile değiştirildi. Kentlerimizi, anılarımızı, dilimizi, kelimelerimizi bizlerden tek tek almaya başladılar.

Kürtler olarak Türkiye’de sadece 2013-2015 yılları arasında 2 yıl barış içinde yaşayabildik. Sadece 2 yıl evlerimize cenaze gelmedi, sadece 2 yıl Kürtçeyi ve kelimelerimizi sansürsüz konuşabildik. 2015 Temmuz ayında Türkiye devleti ve PKK arasındaki barış sürecinin sona ermesi ile başlayan çatışmalar son 40 yılın en şiddetli çatışmalarıydı. Savaş 40 yıl sonra dağlardan kentlere inmişti, savaş ve ölüm kapımızın önüne gelmişti. Kimilerinin “şehir savaşları” dediği, kimi Kürtlerin de “Büyük Savaş” dediği 2015 Temmuz’uyla başlayan çatışmalı dönem, Kürdistan coğrafyasında yaşamı felç etti. İnsanlar ölüyor, şehirlerimiz yıkılıyordu. Kürt illerinde fiili bir olağanüstü hâl durumu vardı. Aylarca süren sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor, kentler bombalanıyor, bazı kentlerde ölü bedenler gömülemiyor, günlerce yerde kalıyordu. Türkiye medyasının çoğunluğu ise Kürt illerinde yaşananları görmemezlikten geliyordu. Yaşananları duyurmak zordu, ama yine de Bölgede yaşayan bir avuç Kürt gazeteci ve yazar olarak yaşananları duyurmaya çalışıyorduk. Bir müddet sonra yazdıklarımıza sansür uygulanmaya başlandı. “Kürt sorunu” bir anda “terör sorununa” dönmüş; benim gibi Kürt sorunu ve insan hakları ihlallerini kaleme alan insanlar da “terör destekçisine” dönüşüvermiştik. 40 yıl öncesine dönmüştük. Kürt yoktu yine, karda yürüdüğünde “kart-kurt” ses çıkaran insanlar vardı. Kürt sorunu yoktu, terör sorunu vardı. Kürdistan diye bir yer hiç olmamıştı. Sadece medya değil, yayınevlerinden, sanat galerilerine, tiyatrolara kadar birçok yer Kürt sorunu ile ilgili çalışmalara ve Kürtlere sansür uygulamaya başladılar. Türkiye’nin dörtte birini oluşturan bir halk, 20 milyon insan, 20 milyon vatandaş bir anda tekrar karanlık bir kuyuya atılarak, yoklarmış gibi davranılmaya başlandı. Sokağa çıkma yasakları, Kürt illerinde yaşanan yıkım ve şiddet, Kürt coğrafyasında savaştan ötürü çıkan yangınlar, her gün gelen ölü bedenler yokmuş gibi yaşam devam etmeye başladı. Koca bir YOK’tuk. Bugün Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin bir kitabın basılması, bir tiyatro oyununun oynanması ya da bir serginin açılması oldukça zor.

Kentlerimizde yaşananları duyurabileceğimiz tek alan olarak sosyal medya kalmıştı. Ben dahil birçok Kürt gazeteci ve yazar sosyal medyayı bu dönemde Kürt illerinde yaşanan çatışma, yıkım ve insan hakları ihlallerini duyurmak için yoğun kullanmaya başladık. Memleketim Diyarbakır’a her gün kaç bomba atıldığını, kaç kişinin öldüğünü, yasaklı alanda yerde kalan cenazeleri ya da bodrumlara sığınmış insanları dakika dakika sosyal medyadan duyurmaya çalışıyordum. 2015- 2016 yıllarında, kent savaşlarının ve insan hakları ihlallerinin en yoğun olduğu dönemde sosyal medyayı oldukça aktif ve yoğun kullandığımı söyleyebilirim. Bir müddet sonra bu dikkati çekti ve sosyal medyada nefret söylemi, ırkçılık, krimanilize edilme, itibarsızlaştırma… gibi farklı saldırılara, karalama kampanyalarına ve baskı çeşitlerine maruz kaldım. Sosyal medya paylaşımlarımdan dolayı soruşturmalar da yağmaya başladı.

Bu arada Türkiye’nin Batısında nispeten bir özgürlük vardı. Türkler olarak Kürt sorununa dokunmadığın ve Kürtlerle dayanışmadığın sürece çok sıkıntı yaşamıyordun. Ta ki 15 Temmuz 2016 darbe girişime kadar.

Olağanüstü Hal Geliyor

15 Temmuz 2016 günü hükümete karşı yapılan darbe girişiminin ardından 20 Temmuz 2016 tarihinde tüm Türkiye’de Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi. Yüzbinlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı. “Terör örgütü üyeliği” ya da “terör örgütü destekçiliği” iddiası ile binlerce doktor, öğretmen, hâkim, savcı, akademisyen, polis, asker… işlerinden atıldı. Temel hak ve özgürlüklerin çoğu kısıtlandı. 2 yıl devam eden OHAL süresince 36 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yayınlandı. Bu KHK’lar ile 130 binden fazla kişi kamu görevlerinden ihraç edildi. KHK'larla çok sayıda kurum ve kuruluş da kapatıldı. Özellikle basın yayın alanına büyük bir baskı geldi. 178 gazete, TV, ajans ve radyo "terör örgütleriyle ilişkileri olduğu" iddiasıyla kapatıldı, çoğunun malvarlıklarına el konuldu. Sivil toplumun neredeyse kökü kazındı. 2000’e yakın vakıf ve dernek KHK'larla kapatıldı. Net rakamlar bilinmemekle birlikte 200.000’e yakın insana yurt dışına çıkış yasakları getirildi ve pasaport tahditleri başladı. Türkiye koca bir hapishaneye döndü.

OHAL’in en büyük etkisi yine Kürt illerine oldu. Kürt illerinde her türlü eylem, protesto, toplantı ve açıklama yasaklandı. Kürt illerindeki sivil toplum örgütlerinin çoğu kapatıldı. Bunların arasından kadın örgütleri, çocuk örgütleri, Kürt dili ve kültürüne ilişkin çalışma yapan sivil toplum örgütleri, Kürtçe eğitim veren çocuk kreşleri, yoksullukla mücadele dernekleri, çevre dernekleri, hatta futbol taraftar kulüpleri bile vardı. Kürtçe çocuk televizyonu dahil olmak üzere, Kürt medyası neredeyse tamamen kapatıldı. Türkiye’de Kürtçe çıkan tek gazete olan Azadiya Welat gazetesi kapatıldı, çalışanlarının çoğu hapse atıldı ya da ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Onlarca Kürt gazeteci cezaevine atıldı.

Sıra Kürt siyasetine gelmişti. Kürt belediye başkanları cezaevine atıldı, yerlerine kayyım atandı. Kürt siyasal hareketinin siyasi partisi olan HDP (Halkların Demokratik Partisi) ‘nin hem eşbaşkanları hem de bazı milletvekilleri cezaevine atıldı. Bir kısmı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 2500’e yakın Kürt siyasetçi tutuklandı, HDP’nin 10 bine yakın üyesi gözaltına alındı. Siyaset kanalları Kürtlere neredeyse tamamen kapatıldı.

OHAL’le birlikte hayatımızın her alanında sansür yerleşmeye başladı. Bundan sosyal medya da etkilendi. Rakamları net bilmiyoruz ama OHAL ilanından sonra yüzbinlerce insan sosyal medya hesaplarını kapattı ya da pasifleştirdi. İnsanlar gerçek isimleri ile sosyal medyaya girmeye çekinir oldu. Sadece 2017 yılında 3658 kişi sosyal medya paylaşımları yoluyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten, on binlerce kişi de sosyal medya paylaşımlarından dolayı terör örgütü propagandası yapmaktan yargılandı. Sosyal medya özgürlük alanından çıkmış tehlikeli bir alan haline gelmişti.

Otosansüre başlıyoruz

Günlük yaşantımızdaki bazı temel kelimeleri kullanmak bile artık tehlikeliydi. Bu da beraberinde otosansürü getirdi elbet. Otosansür uygulamayan bir avuç kişi de bunun bedelini ağır ödeyecekti.

2018 yılı 21 Ocak günü gece saat 00:20’de, evde televizyon izlerken bir anda şiddetli bir gürültüyle sarsıldım. Önce deprem sandım, ama daha sonra bu korkunç sesin evimin kapısından geldiğini anladım. Evimin silahla tarandığını veya bombalandığını sandım ve hemen oyun oynayan 2 çocuğuma doğru koşarak onları saklamaya çalıştım. Bu mümkün olmadı. Birileri evimin kapısını kırmaya çalışıyordu. Kapı demir olduğu için kırılamayınca evin duvarları dökülmeye başladı. 40’a yakın maskeli, ağır silahlarla donatılmış özel tim evimin kapısını ve duvarlarını kırarak evime girip beni çocuklarımın yanında şiddet kullanarak gözaltına aldılar. Diyarbakır Terörle Mücadele Birimine götürülerek bir hücreye konuldum. “Suçumu” ertesi gün öğrenecektim. Türkiye’nin Suriye’nin Kürt ili Afrin’e karşı başlattığı Zeytin Dalı Operasyonuna ilişkin attığım 5 tweetten dolayı böylesi korkunç bir şekilde gözaltına alınmıştım.[1] Tweetlerimde barış istiyor, ölümlere karşı çıkıyordum. Barış istemek meğer artık suç olmuştu, “barış “da sakıncalı kelime. Çünkü hükümete göre ortada bir “savaş” yoktu, yaşananlar “terör ile mücadele” idi. Dünyanın ve Türkiye’nin her yanından protestolar sonucu 3 gün sonra bırakıldım, ama savcı bu 5 tweet için 3 yıl hapis istemiyle dava açtı.

2019 Ekim ayında ise bu sefer “savaş” dediğim için evime baskın yapıldı. O sırada İngiltere PEN’in misafiri olarak Londra’da olduğum için gözaltına alınmadım ama 2 çocuğuma ve babalarına şiddet uygulandı. Eve gelen özel timler, polis baskınının nedeni olarak sosyal medyada paylaştığım tweetleri göstermişler. O gün sosyal medyada 2 tweet paylaşmıştım. Birincisi Uluslararası Af örgütünün Türkiye’nin 14 Ekim 2019 tarihinde Suriye’nin Kuzeyinde başlattığı Barış Pınarı Operasyonuna ilişkin raporunu twetlemiştim. Bir diğeri de “Barış ve yaşam yerine; yine savaş, yine gençler ölecek, Tanrı sizleri affetmesin” yazılı tweetimdi. Kısacası yine kelimelerden dolayı evime 40 kişiyle baskın yapılmış, çocuklarımın kafasına silah dayanmıştı. Suçum bu yaşananların “savaş ve ölüm” olduğunu ve savaş ve ölüm yerine başka bir seçenek daha olduğunu hatırlatmaktı Türk halkına: Barış ve yaşam.[2]

Bugün artık Türkiye’de medyanın çoğunluğu hükümetin tekelinde olduğu için, sosyal medya bir yandan ülkede olup bitenlerle ilgili haber alabileceğimiz tek merci, öte yandan da tehlikeli bir alan haline gelmiş durumda. Sosyal medyaya baskılar her geçen gün artıyor. Artan baskılar sadece sıradan vatandaşların değil, bizler gibi gazeteci ve yazarların da otosansür uygulamamıza neden oluyor. Kürt illerinde yaşananları yazmak artık çok zor, büyük bir cesaret istiyor. Çünkü kullandığım her kelime sadece benim değil, çocuklarımın da hayatlarını etkiliyor. Kullandığım her kelime çocuklarıma ev baskını, korku, travma olarak dönüyor. Dünyanın en güzel kelimeleri “barış, yaşam, özgürlük, adalet, eşitlik” gibi kelimeleri bugün Türkiye’de kullanmak cesaret istiyor. Ben dahil birçok gazeteci yazar otosansür uyguluyoruz. Çoğumuzun kullanmamamız gereken “sakıncalı kelimeler” listemiz var, ve bir şey kaleme alırken buna dikkat ediyoruz ya da belli konularda yazmamayı tercih ediyoruz.

Yeni Sosyal Medya Yasası

Ancak tüm bu baskılara rağmen hükümet hala sosyal medyayı tam olarak kontrol altına alabilmiş değil. Bu nedenle, sosyal medyayı daha sıkı kontrol altına almak için 31 Temmuz 2020 tarihinde, muhalefetin ve sivil toplumun tüm karşı çıkışlarına rağmen yeni sosyal medya yasası kabul edildi. Yasa ile Twitter, Facebook, Whatsapp, Youtube, TikTok, Instragam gibi milyonlarca kullanıcısı olan sosyal medya şirketlerine, bir dizi yükümlülük ve yaptırım öngörülüyor. Yasaya göre Türkiye'den günlük erişimi 1 milyondan fazla olan Facebook, Twitter, Instagram gibi yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcılar, en az bir kişiyi Türkiye'de temsilci olarak belirleyecek. Temsilci bulundurma ve bildirme yükümlülüğünü yerine getirmeyen sosyal ağlara, para cezası, reklam yasağından, internet hızının yüzde 90'a kadar daraltılmasıyla, "fiilen" erişilmesini engellemeye kadar kademeli yaptırımlar uygulanacak.

Yine yasaya göre sosyal ağ sağlayıcıları Türkiye'deki kullanıcıların verilerini Türkiye'de depolamak zorundalar. Yasa, sosyal ağ sağlayıcılarına, özel yaşamın gizliliğini ihlal dahil, sakıncalı içeriğin çıkarılması veya erişimin engellenmesi başvurularına ilişkin, 6 ayda bir istatistiksel ve kategorik bilgileri içeren raporları 6 ayda bir devlete bildirme ve sitelerinde yayınlama zorunluluğu da getiriyor.

Bu yeni yasa ile sosyal medyada sansür daha da artacak. Sadece içerik ve haberlere erişim engellenmeyecek, haber ve içeriklerin silinmesi ve arşivlerden çıkartılması da mümkün kılınarak çok daha etkili bir sansür tüm Türkiye’de uygulanmış olacak. Sosyal medya platformları Türkiye’de ofis açtıkları zaman Türk yargı sistemine maruz kalacaklar ve üstlerinde büyük bir baskı olacak.

Kelimelerle Savaş

Yeni yasa her ne kadar sosyal medya üzerinde baskıyı arttıracak olsa da biz Kürtler öylesine uzun bir süredir baskı altında yaşıyoruz ki, nispeten özgür olduğumuz dönemleri hatırlayamıyorum bazen. Memleketimin yıkılan 7000 yıllık tarihi merkezi Sur’a her gittiğimde, yıkımdan önce o sokakta ya da meydanda ne olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlayamıyorum bazen. Çocukluğumu hatırlamaya çalışıyorum, annem beni hangi Kürtçe kelimelerle severdi, hatırlayamıyorum. Yürüyorum bir parkta, eski ismini hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum bazen. 1980’lerde tüm Kürtçe köy isimleri Türkçeleri ile değiştirildiğinde, Diyarbakır Dicle ilçesine bağlı köyümüzün ismi de değiştirildi. Şeyh Selamet olan ismi Dede köy olarak değiştirildi. Bugün yeni nesil köyümüzün eski ismini bilmiyor. Bazen korkuyorum çocuklarımın eski Sur’u unutmasından, bazen korkuyorum çocuklarımın bazı kelimeleri hiç bilmeyecek olmasından. Kelimelerimizin, şarkılarımızın, isimlerimizin, parklarımızın, sokaklarımızın, memleketim Sur’un unutulmasından deli gibi korkuyorum.

Türkiye’de hükümetin neden kelimelere karşı bir savaş başlattığını biliyorum. Çünkü unutmamızı istiyorlar. O güzel kelimeleri unutmamızı, o kelimelerin ruhumuzda yarattığı coşkuyu silmek istiyorlar. O kelimelerden artık korkalım istiyorlar. O kelimeleri silerek aslında hafızamızı silmek istiyorlar. İşte tam da bu yüzden tek tek her bir kelime ile savaşıyorlar.

Diktatörler, baskıcı rejimler, başka kelimelerle başka bir tarih yazmak istiyorlar. İşte tam da bu nedenle, eli kalem tutan insanlar olarak o güzel kelimeleri bırakmamamız ve unutmaya karşı yazmaya devam etmemiz gerekiyor. Onlar tarih yazıyorlarsa bizlerin de karşı tarihi yazması gerekiyor. O güzel kelimeleri ve onların ruhumuzda yarattığı coşkuyu bedeli ne olursa olsun gelecek nesillere taşımamız gerekiyor. Özgürlük mücadelesi bir nehir gibi gelecek nesillere akmaya devam etmeli.

Bu yazıyı size yasaklı Kürdistan’ın yasaklı şehri Amed’den yazıyorum. Her şeye rağmen yazmaya ve özgürlük nehrine su taşımaya devam ediyorum.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Donate on Patreon
More ways to get involved

Search