Özgürlük mü, güneş mi?
2015 yılının son haftasında, yaklaşan yeni yılın anlamı üzerine düşünürken, doğudan gelen ölüm haberleri karşısında kendimi çaresiz hissediyordum. Yeni yıldan üç gün önce sosyal medyada ‘Barışa Yürüyorum’ isimli bir grubun çağrısını farkettim. Aralık ayının ortasında yapılan bu çağrı, hiçbir partiye dahil olmayan, tamamen bağımsız bireylerden oluşan bir grubun çağrısıydı. Bildiride Bodrum, Ankara, Adana ve Urfa üzerinden Diyarbakır’a doğru otobüsle seyahat edileceği ve her şehirde küçük bir yürüyüş düzenlenerek basın metni okunacağı yazıyordu. Ayrıca yürüyüşlerde kesinlikle slogan atılmayacağı, sessizce yürüneceği söyleniyordu. Yürüyüşün amacı sadece barış çağrısı yapmak ve ölümlerin durdurulmasını istemekti.
Bu çağrıyı çok insani buldum ve gruba Ankara’dan katıldım. Bugünden bakınca ülkenin batısında yaşayan ve birbirini tanımayan insanların güvenli ve konforlu evlerinden yola çıkıp, gerçek bir savaşın yaşandığı, her gün sokaklarında bombaların patladığı bir bölgeye doğru seyahat etmesi olağanüstü görünüyor. Savaşın utancını içinde taşıyan ve sesini çıkarmaktan geri durmayan bu insanların arasında olduğum için gurur duyduğumu söyleyebilirim.
Ankara, Adana ve Urfa şehirlerindeki yürüyüşümüz olaysız geçti. Diyarbakır’a geldiğimizde ise kalabalık bir kitle ile karşılaştık. Bir gün önce bir sağlık çalışanı sokakta yatan yaralı bir kadına yardım ederken öldürülmüştü, halk bu yüzden çok öfkeliydi. Yürüyüşümüzü yaptığımız süre boyunca iki adet provakatif bomba patlatıldı. 2. bombanın ardından polis ikazda bulunmadan üzerimize doğru saldırdı. Cop, biber gazı ve tazyikli suyla bizi dağıtmaya çalıştılar.
Kaçarak bir alışveriş merkezine sığındık. Kısa bir süre sonra polis orayı da bastı ve kapıları kilitleyerek içeriye biber gazı attı. Göz gözü görmüyordu. Ben ve bir sanatçı arkadaşım, gruptan 3 kişi ile birlikte göz altına alındık.
Bizi bir spor salonuna götürdüler. Bütün gün ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız sırılsıklam bir halde spor salonunda bekledik. Devasa spor salonunda 2-3 m. aralıklarla dizilip, yüzümüzü duvara döndük. Neden polis karakoluna değil de spor salonuna getirilmiştik? Salonun ortasında duran elleri silahlı terörle mücadele güçlerinin bizi orada öldüreceklerini düşünüyordum. Gece yarısına kadar hiçbir kağıt imzalamadan aç susuz orada bekledik. .
Gece 23.00 civarı karakola geldik. Üstümüzdekileri çıkarıp bizi yarı çıplak aradıktan sonra ikişer kişilik hücrelere koydular. Yeni yılın ilk gününü ve devam eden 3 günü hücrede geçirdik. Bitmek bilmeyen bu dört günden bahsetmek istemiyorum.
4. gün sabah erkenden önce adli rapor için hastaneye sonra nöbetçi mahkemeye çıkmak üzere Adliye binasına gittik. Adliye koridorlarında yüzlerce insan vardı. Bizimle birlikte gözaltında olan arkadaşların avukatları tost ve çay getirmişti. 4 gün sonra ilk kez boğazımızdan sıcak bir şey geçiyordu, ellerimiz kelepçeli de olsa karnımızı doyurmanın sevincini yaşıyorduk. Korku içinde davanın başlamasını beklerken etrafımızı saran onlarca polisin aşağılayan bakışları altındaydık. Nihayet dava başladı ve sırayla ifademizi verdik. Gözaltındakilerin sayısı çok olduğu için dava bir türlü sonuçlanmıyordu. Akşam üstüne doğru mahkeme salonundan çıkan avukatlar benim ve bir iki kişinin daha büyük ihtimalle tutuklanacağını söyledi. Bunu bekliyordum ancak avukattan duyunca sert bir kayaya çarpmış gibi oldum. En fazla yarım saat içinde hapishaneyi boylayacaktım ve benimle birlikte gözaltına alınanlar da dahil kimseyi bir daha göremeyecektim. Ne yapmalıydım? Acilen bir şeyler düşünmeliydim. Doğru dürüst bilmediğim bir şehrin hapishanesinde hayat nasıl geçerdi?
Avukatlara “İnternet var mı içerde?” diye sordum, “Tabii tabii, hatta cep telefonu da var” diyerek dalga geçtiler. Tamam, aptal bir soru sormuştum ama içeride vakit nasıl geçecekti? “Yoldaşlar sana içerde iyi bakarlar, hiç merak etme” dedi birisi. Evet, bol bol kitap okur, İngilizcemi geliştirir, Kürtçe öğrenebilirdim. Yazı yazmak için de bolca vaktim olurdu. Peki İstanbul’da yarım bıraktığım hayatım, evim ne olacaktı? Hayatımda ilk kez gözaltına alınmıştım, bütün bu olanlara beni hazırlayacak bir geçmişim yoktu.
Arkadaşıma “Kalemin var mı?” diye sordum. Çantasından bir kalem bulup verdi. Kabanımın cebindeki “Ahtamar” marka sigara paketinin jelatinini sıyırıp, yırtık pırtık parlak kağıdın arkasına vasiyetimi yazmaya başladım. Ellerim kelepçeliydi, korkudan titriyordum. Arkadaşım beni sakinleştirmeye çalışıyor, “Buradan birlikte çıkacağız, inan bana!” diyordu. Benimse hiç ümidim kalmamıştı. İstanbul’daki arkadaşlarımın davam ile ilgilenmesini, içlerinden birinin kiramı her ayın 5’ine kadar ödemesini ve çiçeklerime bakmasını, kurucusu olduğum sanat inisiyatifi MARSistanbul ile bizimle birlikte yürüyüşe katılan bir sanatçı arkadaşımın ilgilenmesini içeren bir vasiyet yazdım.
Tam da “Beni görmeye gelin, kitap getirin” diye yazıyordum ki polis gelip sert bir şekilde elimdeki kalemi aldı; yazı yazmak yasakmış, öğrenmiş oldum. Korkudan yere düşen vasiyeti buldum, buruşturup önce cebime attım, sonra arkadaşıma verdim, tütün kabının içine sakladı. Kısa bir süre sonra şartlı tahliyeyle serbest bırakıldığımızı söylediklerinde sevinçten tanıdık tanımadık bütün avukatların boynuna sarılıp öptüm. İnanamıyordum. Artık özgürdük.
Bu arada, sanatçı bir arkadaşımız bizlerin gözaltında olduğu sürede İstanbul'daki sanat ve aktivizm camiasını durumumuzdan haberdar etti ve özgür bırakılmamız için sosyal medyayı örgütledi. Change.org imza kampanyası aracılığı ile kısa bir sürede Türkiye ve dışarıdan yaklaşık 3.600 imza toplandı. FB, Twitter, change.org ve alternatif medya üzerinden harekete geçirilen bu kolektif hareket, sanat ve aktivizm camiasının birbirini koruması ve aynı amaç için kenetlenmesi anlamında önemli bir örnek oluşturdu.
Video üreten ve üretimi günlük hayattan beslenen bir sanatçı olarak, yaşadığım bu yolculuğu heyecanla kaydettim. Yürüyüşler boyunca kamera taşıdığım için pankart taşıyamamanın burukluğunu yaşıyordum. Ancak kolektif bir hareketin inanç ve cesaret dolu serüvenini orada olmayanlara aktaracak malzemeyi derlemek içimdeki burukluğu hafifletti. Seyahat ettiğimiz otobüsün içinde tesadüfen başlayan bir forum sırasında herkesin yürüyüşe katılma amacı ve savaşla ilgili düşüncelerini anlattığı bir konuşma serisini de hızlı bir refleksle kaydetmeye başladım. Böylece eylemin kendisi ile beraber, düşünsel tarafını da içeren bir malzemeyi arşivlemiş oldum. Bombalar patladığında ve polisten kaçarken çekim yapmaya devam ettim.
Bütün yürüyüşü kaydederken, görüntülerde olmasam da, bir kameraman olarak gözaltına alınışıma kadar geçen öz hikayemi de derlediğimi bugün üzerinde çalıştığım filmin montajını yaparken fark ediyorum. Gözaltına alındığımız sırada ve ilerleyen günlerde kendimle beraber, kamera çantamı ve yaptığım çekimleri sağ salim korumaya çalıştım.
Diyarbakır'dan İstanbul'a döndükten sonra şartlı salıverildiğimiz için, üç ay boyunca Pazartesi ve Cuma günleri polis karakoluna giderek imza atmak zorunda kaldık. Fb sayfamı kontrol eden savcılık, savaş karşıtı ve son derece barışçıl yorumlarım yüzünden beni terörist olmakla suçluyor. Bu yüzden artık ne sosyal medya da ne de yazdığım dergilerde eskisi gibi yazı üretemiyorum.
Yaşadığımız bu travma hayatımda büyük bir kırılma yarattı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Gelecekle ilgili hayal kuramıyorum. 18 yıl ağır hapis cezasıyla yargılanıyorum ve geleceğim hakimin dudağının ucundaki bir cümleye bağlı. İşin daha da kötüsü o günlerden bugüne her şey daha da kötüye gitti, içlerinde birkaç milletvekilinin de olduğu yüzlerce yazar, gazeteci, insan hakları savunucusu, aktivist ve akademisyen tutuklu yargılanıyor, binlercesi hakkında dava açıldı. Türkiye’deki ifade özgürlüğü sanırım en son 12 Eylül 1980 darbesinde bu kadar büyük bir yara almıştı.
Bu şartlar altında ümidimi korumam mümkün mü, bilmiyorum. Ancak şimdi yaşadığım her gün eskisinden daha değerli, en azından içerde değilim, yaşıyorum ve bütün bunların kıymetini biliyorum. Bu deneyim bana insanın hava almak, çay içmek gibi en basit insani ihtiyaçlarını bile bir anda kaybedebileceğini öğretti. Ne Osmanbey’de yıkımdan kurtarmaya çalıştığımın güzelim evin ve apartmanın, ne de İstanbul’un tadı kaldı… Şimdi artık her an veda etmeye hazır biri gibi yaşıyorum.
Mayıs ayında katıldığım ilk davada, tutuklanma ihtimalini gözeterek okumak istediğim kitapları konularına göre ayırdım ve masamın üstüne dizdim; arkadaşlarım bana gönderir diye düşünmüştüm. Çiçeklerimin kimlere emanet edileceğini, hangi çiçeğin hangi arkadaşımın karakterine uygun olduğunu filan hep kararlaştırdım, notlar aldım. Dirençli ya da kırılgan olanlar, neşeli ya da mağrurlar, benim gibi göçebe olanlar, beni en çok dinleyen, sırlarımı bilenler vs. İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalırsam hangi eşyalarımın öncelikle kargoya verileceğini bile hesap ettim o günlerde.
Bu yazının ilk versiyonunu geçen kış Oslo’da yazdım. Biraz güneş olsa orda yaşardım; “Özgürlük mü yoksa güneş mi daha elzem?” diye düşünüyordum. Bu arada Türkiye’den gelen akıl almaz derecede kötü haberler soğuk havanın etkisini iki katına çıkarıyordu. Etrafımı kuşatan ve bana son derece şefkatle yaklaşan -çoğunluğu kadın- bir çok insanla tanışmama rağmen içimdeki korku bütün güzel duyguların önüne geçiyor, soğuk hava ve yağan kar bana sürekli olarak bir önceki kışı hatırlatıyordu. Oysa Van’da geçen çocukluk yıllarımı hatırlatan beyaz bir doğayı ne kadar da çok severdim.
Atina’da, Türkiye’den göçen Rumların kurduğu mahallelerde dolaşıyorum. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında, 6-7 Eylül 1955 olaylarının ardından ve 1973 Kıbrıs çıkartması döneminde zorunlu olarak göçen bu insanlar gurbette hayata tutunmak için öncelikle birbirlerine tutunmaya ve bir arada yaşamaya çalışmış. Ne ilginçtir ki yaklaşık yüzyıl sonra bugün Atina’ya göç eden Türkler de bu mahallelerden ev almaya başlamış. Onlar da pastane ve lokantalarında Türkçe konuşan insanların olduğu bu mahallelerde daha az yabancılık hissi çekeceklerini düşünüyor, kim bilir belki de anneanneleriyle İstanbul ya da İzmir’de komşu olan bu insanlara yakınlık duyuyor, kaybettikleri kültürel zenginliği yeniden bulmanın heyecanını yaşıyorlardır.
Şimdi Atina’dayım, hava sıcak, güneşin bedenimi ve ruhumu ısıtmasına izin veriyorum. Burada mültecilere hizmet veren kurumları ziyaret ediyorum. Savaştan kaçanlarla birlikte otoriter rejimlerden kaçan birçok siyasi mültecinin de Atina’da sıkışıp kaldığını gördüm. Savaştan kaçanlar bir gün savaşın biteceğine ve ülkelerine geri döneceklerine, en azından seyahat edebileceklerine inanıyor; bunun hayalini kurabilmek onlara güç veriyor. Ancak çoğunluğu Afganistan, İran ve Türkiye’den gelen siyasi mültecilerin en büyük acısı memleketlerine bir daha geri dönemeyeceklerini bilmek. Bu acıyı son derece iyi anlıyorum. Kendi adıma Türkiye’ye geri dönememe ihtimalinin bir tür ‘ölüm’ olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceye katlanamıyorum.
2017 yılının Ağustos ayında yazılan bu yazı, Mes-t’te yayınlanan ‘Vasiyetimdir’(Merve Ünsal, Özge Ersoy ve Aslı Çavuşoğlu’nun tasarladığı bir yayın projesi; Aralık, 2016) ve ‘Public Calling’ (Fritt Ord tarafından Oslo Ulusal Tiyatro’sunda düzenlenen uluslararası bir konferans; Kasım, 2016) için yazılan ‘Savaş Günlerinde Tanık ve Sanık Olmak’ metinlerinden bölümler içerir.
Pınar Öğrenci
Mimarlık kökenli sanatçı ve yazar Pınar Öğrenci (1973, Van) İstanbul’da yaşamaktadır. Fotoğraf, video, film, performans ve yerleştirme işleri üreten Öğrenci, savaş, göç, kollektif hareketler, kahramanlık hikayeleri, milliyetçilik, kültürel asimilasyon ve kentsel dönüşüm konuları üzerinde çalışır. Videoyu, günlük hayat pratiğini kaydetmek üzere bir araç olarak kullanan Öğrenci, işlerinde kişisel video arşivi ve hazır görüntülerden faydalanır. Öğrenci’nin işleri, Kunst Haus – Hundertwasser Müzesi Viyana (2017), Sharjah Bienali 13 İstanbul ayağı sergisi Bahar (2017), WKV, Stuttgart (2017), Angewandte Kunst-Viyana (2016), MAXXI Müzesi, Roma (2015-6), SALT Galata, İstanbul (2015-6), Depo-İstanbul (2012), Fronteras Bienali, Matamaros (2015), 5. Sinop Bienali (2014) ve 4. Çanakkale Bienali (2014)’nde gösterildi. Sanatçı ‘Yaşam Duygusunun Gelmesini Beklerken’ isimli ilk sergisini 2015 yılında MARSistanbul’da, yurtdışındaki ilk kişisel sergisini ise ‘Üstümüzden Hafif Bir Rüzgar Esti’ başlığıyla Kunst Haus-Hundertwasser Müzesi Viyana’da gerçekleştirdi.
Pınar Öğrenci, 2010 yılından beri kurucusu olduğu sanat inisifiyati MARSistanbul’un yürütücüsü olarak çalışmaktadır. Öğrenci’nin 1990’lı yıllardan beri mimarlık ve çağdaş sanat üzerine yazdığı yorumlar Artunlimited, M-est, Arredamento Mimarlık, İstanbul, XXI, Agos, Radikal, Arkitera ve Salt Online gibi ortamlarda yayınlandı.