Bir yıl içinde olup bitti her şey. ‘Eski Türkiye’ bir yıl içinde ‘Yeni Türkiye’ye dönüştürüldü. 80 milyonluk koca Türkiye kökleri yüz yıl öncesine uzanan yaklaşık 70 yıllık parlamenter demokrasi rejiminden otoriter bir başkanlık sistemine geçiş yaptı. Bu devasa değişim dalga dalga geldi, bir ateş topu gibi ortalığı sardı ve hepimizi vurdu. Durulmak bilmiyor, azalmıyor. Her geçen gün daha da azgınlaşıyor, daha fazla can yakıyor.
Ülkede bir yıl kadar önce bir yaz gecesi herkesin akşam yemeği yediği saatlerde bir askeri darbe girişimi yaşandı. Çok partili siyasal sisteme geçildiğinden beri yaklaşık her on yılda bir yaşanan darbelere hiç benzemeyen ve hâlâ tam olarak aydınlatılamayan bu olayla birlikte, hepimizin kaderini doğrudan etkileyen siyasi gelişmeler patlak verdi.
İktidar askeri darbe girişimini kısa süre içinde bir sivil darbeye dönüştürdü. Basın ve medya susturuldu. Kamu görevlileri azledildi. Akademisyenlerin üniversiteleriyle ilişiği kesildi. Hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi normalleşti. İşkence yaygınlaştı. Sanıklar suçlu sayıldı. Sanıkların mal ve mülküne el konulması, aile üyelerinin tutuklanması sıradanlaştı. Tutukluluğu kaldırılanların yurt dışına çıkması yasaklandı. Hukukun üstünlüğü yerle bir edilirken gizli tanıklar ve muhbirler ortalığı sardı. ‘Kötülüğün sıradanlığı’ tüm ülkeyi kapladı.
Bugün artık imzaladıkları bildiri yüzünden işlerini kaybettikleri için açlık grevine giren akademisyenler ‘terörist’ olmakla suçlanarak, toplantı yapan insan hakları savunucuları da ‘casus’ ilan edilerek tutuklanabiliyor.
Yazar ve gazeteciler ‘örgüt üyeliği’ suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteğiyle yargılanırken, idam cezasının geri getirilmesi tehditleri savruluyor. Demir parmaklıklar arkasına gönderilenlerin sayısının elli binleri geçtiği ülkemiz büyük bir toplumsal travmanın sahnesi şimdi.
Travmanın başlangıcına işaret eden askeri darbe teşebbüsü yurt dışında yakaladı bizi. Arkadaşlarımız birer birer tutuklanırken biz dışarda kaldık. Onlar girdikleri gibi çıkamayacaklar dışarı. Ne kadar yatacakları da belli değil, nasıl yattıkları da... Bunu bilmenin ağırlığını taşıyoruz. İçerdeki hayatlarını yakınlarıyla konuşarak öğrenmeye çalışıyoruz. Parçacıkları birleştirerek edindiğimiz bilgileri birbirimizle paylaşıyoruz. Uzaktan da olsa onlara dokunmak istiyoruz. Ama dokunamıyoruz.
Dışardakilerin bir kısmı ülkede kaldı. Onlar da bir nevi ‘içerde’ sayılır. Her an evleri basılabilir, kendileri ve aileleri içeri alınabilir, pasaportlarına el koyulabilir. Onlarla konuşuyoruz, yazışıyoruz ya da yurt dışında bir yerlerde buluşuyoruz. Dışarda kalmanın tedirginliğini taşıyorlar. Gözlerinde keyifsizlik ve karamsarlık okunuyor. Seslerinde hissedilen hırçınlık ya da bezginlik derin suskunluklarla bölünüyor bazen. Değiştiklerini görüyoruz...
Biz de değişiyoruz tabii ki. Biz yurt dışındakiler. Biz her şeyin dışında kalanlar... Hiç bilmediğimiz bir duyguyla tanışıyoruz yavaş yavaş. Sanki ülkede yaşanan bu kâbus sadece bir oyun, meselâ bir yakar top oyunuymuş da, biz oyun dışı bırakılmışız gibi... Seyirci kalmak zorunda bırakılmışız gibi... İçerdekilerle birbirimize yabancılaşmaktan korkuyoruz. İçerde ya da yarı-içerde olmadığımız için utanıyoruz. Vicdan azabı duyuyoruz. Ve bunu dillendiremiyoruz. Ne onlara ne de kendimize...
Oysa biz de dışarda değiliz ki aslında. Fizik olarak dışarda olsak da, ruhen içerdeyiz. Bizler sürgündeyiz. Zorunlu ya da gönüllü, hiç fark etmez, vatanından ayrı düşmektir sürgünde olmak. Vatanında elinden alınacağını bildiğin özgürlüğünü korumak adına; doğduğun ülkenden, canın gibi sevdiğin şehrinden, ömrün boyunca didinip kurduğun evinden vazgeçmektir. Bir başka ülkede ailenden ve sevdiklerinden uzakta, seni sen yapan çoğu şeyini yitirmiş olarak hayata tutunmaya çalışırken, altındaki zeminin kayıp gittiğini hissetmektir. Dünyanın en güzel yerinde de yaşasan, sürgündesindir işte.
Sürgün geçmişle geleceğin köşe kapmaca oynadığı sürekli bir eğretilik halidir. Eskiden sahip olduğun hayatın anılarında kaybolmaktır kimi zaman, o hayata bıraktığın yerden devam edeceğin günü hayal etmektir bazen. Bugün hepten zordur çünkü. Hiç bilmediğin korkuların, kaygıların içine yuvarlanıvermek işten bile değildir. Kendini nedensiz öfke patlamalarının içinde bulmak da... Bu yüzden olsa gerek, fiziken ‘burada’ olsan da, ruhen ‘orada’sındır aslında.
Sürgün bazen de koyu bir suçluluk duygusudur. Yeni ülkende, yeni dostlarının arasındayken attığın koca bir kahkahanın ortasında aniden zamanın durmasıyla gelen, ya da paylaştığın yemek sofrasında boğazında düğümlenen... İçerde yatanlarla içerde kalanlara, oradaki dostlarına yetişememe duygusudur. Ansızın bastıran bir ağlama isteğidir.
Bunları birbirimize anlatabilsek görebileceğiz belki de... İçerde ya da dışarda olmak pek de farklı değil birbirinden. Hepimizin dünyası yıkılıyor çünkü. Aşina olduğumuz, sevdiğimiz her şey elimizden kayıp gidiyor. Ülkemiz bildiğimiz yer olmaktan çıkarken hepimiz sürgün ediliyoruz hayatlarımızdan.
Tuba Çandar
*İstanbul doğumlu gazeteci ve yazar Tuba Çandar’ın üç biyografi kitabının yazarı. Ermeni gazeteci Hrant Dink’in hayatını ve mücadelesini anlattığı ‘Hrant’ (2010) adlı 700 sayfalık eseri Türkiye’de en çok satanlar arasında yer aldı. Aynı kitabın Maureen Freely imzalı İngilizce çevirisi ‘ Hrant Dink: Türkiye’deki Sessizlerin Ermeni Sesi’ (Hrant Dink: An Armenian Voice of the Voiceless in Turkey) adıyla ABD’de yayımlandı (2016).