Gerçeğin kanlı yürüyüşü
Gazeteci Can Dündar, Baharda, çalışmalarından dolayı Basın Kulübü’nün Anna Politkovskaya anısına dağıtığı ödüle layık görüldü. Bir röportajından ötürü hakkında açılan dava nedeniyle sürgünde yaşamak zorunda kalan Dündar, PEN/Opp bu sayısı için milliyetçilik ve Türkiye’de artan baskılar hakkında yazmış.
301.
Bu, Türkiye’de gazetecilerin uğursuz rakamı…
Türk Ceza Yasası’nın 301. Maddesi, “Türklüğe hakaret”i 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırıyor.
“Türklük”ün nasıl tanımlanacağı gibi, neyin hakaret sayılacağı da tamamen sübjektif değerlendirmeye tabi olduğu için birçok gazeteci ve yazar bu maddeden yargılanıyor. Birçoğu hüküm de giydi, hapis yattı.
Sözünü edeceğim örnek, bu tür muğlak yasal mevzuatın ve milliyetçi yaklaşımın, nasıl büyük facialara yol açabileceğini göstermeyi amaçlıyor.
Arkadaşı olmaktan gurur duyduğum Ermeni gazeteci Hrant Dink, 2004 yılında, İstanbul’da çıkarmakta olduğu Agos gazetesinde bir haber yayınladı.
Haberde Cumhuriyet’in kurucu önderi Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in, 1915’te yetim kalan bir Ermeni çocuğu olduğu önesürülüyordu.
Haber, merkez medyaya da yansıyınca Genelkurmay Başkanlığı son derece sert bir açıklama yayınlayarak bu konunun tartışmaya açılmasının “milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayacağını” söyledi. “Bunu yayınlamak habercilik olarak kabul edilemez. Yayın ilkelerinizi gözden geçirin” dedi.
Türkiye’nin demokrasi tarihini bilenler, askerlerin gazetecilere bu türden meslek dersleri vermesinin sıradan bir uygulama olduğunu bilir. Gazetecilerin bu dersi emir saymasının da öyle…
Nitekim açıklamadan hemen sonra, onlarca köşe yazarı Dink’e karşı saldırıya geçti. İddiayı yalanlamak yerine, iddia sahibini karalamaya dönük bir kampanya başlatıldı.
Dink’in eski bir yazısı arşivden çıkarılıp mahkemeye yem olarak sunuldu.
Dink o yazısında Ermeni diasporasına sesleniyor, “Türklerle ilgili ‘zehirli kan’ söylemine son verip diyalog aramalarını tavsiye ediyordu.
Yazı, vermek istediği mesajın tam tersi şekilde yansıtıldı.
Dink’in “zehirli Türk kanı” ifadesi, Türklüğe hakaret olarak önce ırkçı bir kampanyaya, sonra da soruşturmaya konu oldu.
Sonunda Dink, 301. maddeden yargılandı. “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Türkçü örgütler,”Hrant Dink bundan böyle öfkemizin ve nefretimizin hedefidir” açıklaması yaptı.
Bu nefret, “Türklüğe hakaret” sayılmadı.
Ve devlet eliyle açılan, medya eliyle kışkırtılan nefret kampanyası sonucu Dink, 19 Ocak 2007 günü İstanbul’da organize bir suikast sonucu, kaldırımda kafasından vurularak öldürüldü.
Davası 10 yıldır sürüyor.
Bedelini ödemek kaydıyla
Türk yetkililer, Türkiye’de basın özgürlüğünün durumuna ilişkin eleştiriler geldiğinde genellikle, “Ülkemizde basın her şeyi yazmakta özgürdür” der.
Bu, kısmen doğrudur.
Her şeyi yazmakta özgürüz; bedelini ödemek kaydıyla…
Bu bedel, yargılanmaktan başlayıp hapsedilmeye, tehdit edilmekten başlayıp öldürülmeye uzanan belalı bir listeden oluşur.
Ve çoğu gazeteci, daha mesleğe girerken bu listeyi hafızasında sakladığından bildiğini yazmamayı, gördüğünü saklamayı tercih eder.
Otosansür, sansürün tahtını devirmiştir Türkiye’de…
Ülkeye dair asıl önemli haberler, haber merkezlerinin çöp kutusunda bulunabilir.
Merkez medyanın ekranında ve birinci sayfalarında görünenler ise, devletin halkın bilmesini istedikleridir.
Devlet, çoğu manipülasyonu medya aracılığıyla yürütür:
Hedef gösterme, yalan üretme, nefret yaratma, savaşa hazırlama bunlar arasındadır.
Merkez medya, bu işlevi gönüllü yapar.
Sadece demokratik olmayan siyasi hiyerarşide özgür medyaya “resmi gazete” görevi verildiği için değil, daha çok medya sahiplerinin diğer yatırımlarında iktidara bağımlılığı nedeniyle…
Bu bağımlılık, medyayı “gerçeklerin” değil, “majestelerinin sesi” haline getirmiştir.
Alternatif medyanın soluk alması ise çok çeşitli yollarla engellenir.
Bayrağın örttüğü gerçek
Milliyetçilik bahsine dönersek…
Devlet, milliyetçiliği, bazen gerçeklerin, bazen kendi hatalarının üzerini örten bir büyük bayrak olarak kullanagelmiştir.
Bu bayrağı kaldırıp altında biriken kiri göstermeye kalkışan her gazeteci, “bayrağa hakaret”le suçlanır.
Kaçak yapılan binaların çatısına bayrak dikilmesi, mafya üyelerinin mahkemeye bayraklı taraftarlarla gelmesi, seri katillerin bayrak önünde fotoğraf çektirmesi, bu devlet tavrının sivil hayattaki uzantılarıdır ve genellikle işe yarar.
Dink’i vuran katilin, Emniyet’te eline bayrak tutuşturulup fotoğrafının çekildiğini hatırlatmakta yarar var.
Devletin çıkarı halkın çıkarına karşı
“Devletin çıkarı”, çoğu zaman “halkın çıkarı”nın önünde gelir ve onu arka sıralara iter.
O kadar ki, “ülkenin yararına” ibaresi, sık sık hükümetin yalan söylemesinin, baskı yapmasının, sansür uygulamasının gerekçesi olur.
Geçen sene Türk istihbarat teşkilatına ait TIR’ların Suriye’ye gizlice ve illegal olarak silah taşıdığına dair yaptığım haber nedeniyle 5 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldım.
Haber yalan mıydı?
Hayır.
Sadece devlet, bilinmemesini istiyordu.
Mahkûmiyet gerekçesinde de “Devlet sırrını ifşa ettiğim” söylendi. Yani devlet illegal bir şey yapmışsa bile, bunu söylemememiz gerekiyordu; “ülkenin ve halkın yararına” olduğu halde…
Bu haber nedeniyle bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hedef gösterildiğimi ve 3 ay hapis yattıktan sonra bir silahlı saldırıdan kurtulduğumu da eklemeliyim.
Gerçeğin bedeli, bazı coğrafyalarda çok pahalı olabiliyor.
Madalyonun öte yanı
Ancak madalyonun bir de öte yanı var:
Hala gerçeğin peşinde gazeteciler özgürlük savaşımına devam ediyor.
Hangi büyüklükte olursa olsun hiçbir bayrak, hakikatin üstünü örtmeye yetmiyor.
Günümüzün iletişim olanakları sayesinde hiçbir baskı, hiçbir sansür, haberin yayılmasını engelleyemiyor.
Ve bütün milliyetçi hezeyana rağmen vicdanların sesi susturulamıyor.
Bu yazıyı yine sevgili dostum Dink’in cenazesiyle tamamlayayım:
Merkez medyada onun Ermeni kimliğine yapılan saldırıları, Türk halkı on binler halinde “Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırarak yanıtladı.
Ve eşi Rakel, cenazedeki konuşmasında kocasının katilini suçlamak yerine, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamamız gerektiğini” söyledi.
Vicdanın korumasındaki gerçek, kanlar içinde de olsa, tarihi yürüyüşüne devam ediyor.