Ahmet'e mektup
Günümüz Türkiye'sinde yazma özgürlüğü ne durumda? Yazar Çiğdem Mater, dostu ve meslektaşı Ahmet Şık'a yazdığı bu mektupta, yolsuzluk ve tacizleri açıkça tartışmaya çalışarak sorunları tanımlıyor.
Sevgili Ahmet,
Ben sana bu mektubu yazarken, memleketi darbe günlerine geri döndüren kitabın İmamın Ordusu ve etrafında yaratılan cadı avı, internette oluşan Türkiye’nin şimdilik en büyük dijital sivil itaatsizlik eylemiyle son buldu. Twitter ve Facebook, Arap Baharı’nın da sebeplerinden kabul edilen iki büyük güç, kitabını son birkaç saattir dünyanın dört bir yanıyla paylaşmamızı sağlıyor. Bundan on yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz bir noktaya geldik yani, artık internet üzerinden örgütleniyor, bloglarda derdimizi anlatıyor, Facebook ve Twitter ile genişliyor, kalabalıklaşıyoruz. Ne güzel!
Tabi bize güzel ama sana değil ... Sen, Türkiye tarihinin sen ve benim gibiler için en önemli davalarından birinin ortasına düşürülüverdin. Arkadaşlarımızı katleden, dostlarımızı, ağabeylerimizi aramızdan alan o derin karanlık seni de yutmaya çalışıyor, izin vermeyeceğiz.
Bugünlere, Twitter’dan kitabını paylaşmaya nasıl geldik, bilmeyenlere güzel ülkemizin son dört yılını anlatalım ...
2007 yılı 19 Ocak’ıydı. Bir Cuma günüydü. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanından birer karaktere döneceğimizi bilmeden hareket ettiğimiz bir Cuma günü. Ben mesela, Dünya Sosyal Forumu’nu bir gazeteci olarak takip etmek üzere, Kenya’ya gitmeye hazırlanıyordum, saat 19.00’da uçağım vardı. İlk defa Afrika’ya gideceğim çok heyecanlıydım, durmaksızın konuşuyordum. Saat 15.03’te telefonum çaldı, telefonun ucundaki ses, sevgilim, bir yere oturmamı söyledi, anlamadım ama dinledim, ofis sandalyeme iliştim. Duraksayarak konuşuyordu, sonunda söyledi: Hrant’ı vurmuşlar. Kilitlendim. Ne diyeceğimi bilemedim, arkadaşlarımın odasına koştum. Söyledim, Hrant’ı vurmuşlar dedim, ağzımdan çıktığı anda gerçekliğine inandım. Giyindim, ofisime bir kilometreden az mesafedeki Agos Gazetesi’ne koştum, arkadaşlarımla. Canım Hrant, İstanbul’un göbeğinde, hepimizin bildiği ama dillendirmediği bir halde, cansız, yatıyordu işte. Emeğiyle kurduğu gazetesinin önünde ...
Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink. 1915 ile birlikte kökü neredeyse kuruyan Türkiyeli Ermenilerin sesi Hrant Dink. Ermeni toplumunun sesi Agos Gazetesi’nin yayın yönetmeni Hrant Dink. Kocaman gülümsemesi ve kucaklamasıyla tanıdıklarının canı Hrant Dink.
Hrant Dink, hepimizi için çok önemli bir kapı açmıştı. 1996 yılından yayınlanmaya başlayan ve bu ay 15. yaşını kutladığımız Türkçe Ermenice haftalık gazete Agos, hem 90 yıldır kulaklarımızı tıkadığımız Türkiye Ermeni toplumuyla bir tanışma fırsatı sunuyor hem de 1980 darbesinin ardından başlayan o derin sessizliğe sert bir şamar atıyordu. Ermeniler ses vermeye, buradayız demeye başlamışlardı. Üstelik kimlik siyaseti de yapmıyorlar, hayatın her alanındaki varlıklarını bizlere, bu toprakları paylaştıkları Türklere ve Kürtlere anımsatıyorlardı. Hrant Dink ve Agos sadece Ermenilerin gazetesi olmadı. Ezilen halkların, dinlerin ve kimliklerin gazetesi oldu. Küçücük bir ofiste çıkan, 16 sayfalık o incecik, haftalık gazete ve yayın yönetmeni koltuğundaki o kocaman adam, bir süre sonra, egemenler için, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu döneminden miras aldığı derin devlet ve militarizm için bir tehlike oluşturmaya başladı. Hrant Dink 1915’te öldürülen Ermenilerden, soykırımdan, iki toplumu barıştırma zamanı geldiğinden söz ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in manevi kızı, savaş pilotu Sabiha Gökçen’in bir Ermeni yetimi olduğunu öğrenmiş, gazetesinde bunu haber yapmıştı. Egemen ideoloji için çok tehlikeliydi, çünkü sahiciydi. Mahkemeye verildi, Türklüğü aşağılamaktan yargılandı, gazetesinin önünde faşistler gösteri yaptı, yargılandığı mahkemelerde örgütlü saldırılara uğradı ama susmadı. Tehlikeyi “susturma” görevi Karadeniz kıyısındaki, eskinin Rum kenti, şimdinin milliyetçi şehri Trabzon’un bir küçük beldesinden, 17 yaşındaki bir çocuğa verildi. Ogün Samast, İstanbul’a geldi, Hrant Dink’i İstanbul’un en işlek caddelerinden birinde, günün ortasında, öldürdü. Dilimiz, sözümüz kesildi.
Anımsıyor musun Ahmet o günü? Oradaydın değil mi? Kentin semtlerinden koşarak Agos Gazetesi önüne, Hrant abimizi son kez yerde yatarken gördüğümüz o kaldırıma gelenler arasında sen de vardın değil mi? Sanki hayal meyal anımsıyorum, dudaklarımızı ısırarak birbirimize bakmamızı.
Sonra, aradan beş gün geçtikten sonra, bu toprakların gördüğü en büyük cenaze töreniyle uğurladık Hrant Dink’i. İstanbul sokaklarında yüz binden fazla insan, vicdanının sesini dinleyip, sessizce bir Ermeni’nin ardından yürüdü. 1915’te yok edilen, etnik temizliğe tabi tutulan Ermeni halkının ardından tutamadığımız yas, Hrant Dink ile birlikte ortaya çıktı, tutulabilir oldu. Sokaklarda “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diye yürüdük, sen de, ben de biliyorduk ki, bu topraklarda böyle bir ses çıkarmak hiç de kolay değildi.
Hrant Dink’in kaldırımda yatan görüntüsü, hepimizi dönüşü olmayan bir yola soktu. Saatler, günler süren toplantılar yaptık, hepsinde bir kenarda anımsıyorum seni. Sinirlerimize hâkim olmadığımız anları, çaresizce birbirimize bakmamızı, zaman zaman tansiyonun ve beraberinde seslerimizin yükselmesini.
Aradan bir yıl geçti. Bir yıl boyunca çıkabildiğimiz her an sokaklara çıktık. 40. gününde, 100. gününde ve sonrasında bir ritüel haline geleceğini henüz bilmediğimiz mahkemelerde. O mahkemelerde, elinde fotoğraf makinenle anımsıyorum seni. Ana akım medyanın güçlü gazetelerinden birinden, Radikal Gazetesi’nden kovulmuştun, çünkü medyada hiç rastlamadığımız bir hareketle, henüz çalışırken, özlük hakların için dava açmıştın. Bir sonraki durağın Nokta dergisiydi. 80’lerin efsane dergisini yeniden ayaklandıran ekibin içindeydin. Ucu, bucağı nerelere değecek henüz bilmediğimiz Darbe Günlükleri’ni[1] Hrant Dink’in öldürülmesinden birkaç ay sonra yayınladınız, derginiz basıldı, bu kez biz size desteğe geldik. Yine bilmiyorduk, önümüzdeki birkaç seneyi mahkeme ve gazete önlerinde destek için bekleyerek geçireceğimizi ... Nokta Dergisi kapandı ve sen, Türkiye’nin en büyük medya grubuna dava açmış bir gazeteci olduğun için başka medya gruplarının da kapısının yüzüne kapandığını fark ettin kısa zamanda. Türkiye’nin ilk özel üniversitelerinden birinde ders vermeye başladın, Bilgi Üniversitesi. Aynı zamanda da, öğrencilerle bir internet haber sitesi kurdun, gazeteciliğe ana akımın dışında devam ettin.
Sen üniversitede, gazeteci adaylarıyla çalışırken, Hrant Dink’in birinci ölüm yıldönümüne geldik. 19 Ocak 2008’de, bir yıl önce o koca kalabalıkla uğurladığımız ağabeyimizi anmak için, binlerce insan Agos Gazetesi’nin önündeydik. Henüz birkaç gün sonra ülkede olacaklardan haberdar değildik. Bir önceki yıl yaşanan cinayetin acısını yüreğinde hisseden binlerce insan bir soğuk kış gününde, Hrant Dink’i anmak için buluştu, sonraki yıllar aynı kalabalığın süreceğini henüz bilmiyorduk. Birkaç gün sonra uyanacağımız yeni Türkiye’yi de ...
Bir sabah bütün bir gecenin ülkenin çeşitli kentlerinde yaşanan operasyonlarla geçtiğini öğrendik. Aralarında Hrant Dink’in katledilmesine giden sürecin tetikleyicileri olarak bilinen[2] Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün de bulunduğu onlarca insan, sonraki günlerde lügatimize girecek Ergenekon[3] soruşturması kapsamında önce gözaltına alındılar, ardından da tutuklandılar.
2008 Ocak ayından bu yana, önce sayılarla ifade edilen Ergenekon dalgalarında yüzlerce insan tutuklandı. Bağlantılı davalarda ordu, kamu ve üniversite yapılanmalarında da Ergenekon ile bağlantılı çalıştıkları söylenen isimler cezaevine gönderildi. Ergenekon duruşmaları aylardır, İstanbul yakınlarındaki sahil kasabası Silivri’de kurulan özel bir cezaevinde yapılan mahkeme binasında devam ediyor. Ergenekon’un ülkeyi ikiye bölen şeması da her gün medyayı ve kamuoyunu meşgul ediyor. Ergenekon Davası pek çoklarımız için Türkiye’de derin devlet karanlığından kurtulmak için bir yöntemdi.
Her ne kadar artık fiilen gazetecilik yapmasan da, Ergenekon bu ülkenin demokratikleşme süreciyle ilgili olan herkesi olduğu gibi seni de çok ilgilendiriyordu, bir yandan da gazetecilik duygun dürtüyordu belli ki. Radikal Gazetesi’nden arkadaşın Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte, Ergenekon ile ilgili iki kocaman kitap yazdın: “Ergenekon’da kim kimdir” ve “Ergenekon’u anlama kılavuzu”. Bu kitaplar aslında bu davanın neresinde durduğunun en ciddi kanıtıydı.
Kitapların yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra, 2011 Şubat ayında, artık kaçıncı dalga olduğunu hesaplayamadığımız yeni bir Ergenekon Operasyonu ile bu kez gazeteci Soner Yalçın’ın evi ve Oda TV adlı milliyetçi/ ulusalcı websitesinin ofisi basıldı. Baskının hemen ardından polis, ofisten seninle de ilgili bilgiler çıktığını sızdırdı. Henüz yazmakta olduğun, pek de kimsenin bilmediği kitabın İmamın Ordusu, Soner Yalçın’ın bilgisayarından çıktı. İmamın Ordusu, emniyet içindeki Fetullah Gülen Cemaati örgütlenmesini anlatıyordu ve sen kitap taslağının Soner Yalçın’ın bilgisayarına nasıl gittiğini bilmiyordun, hala da bilmiyorsun. Operasyondan hemen sonra, konuya dair duruşunu anlatan iki yazı kaleme aldın, kitabını anlattın. Ama herhalde sen bile, işin bu duruma geleceğini tahmin etmiyordun.
3 Mart sabahı, saat 7 sularında çalan bir telefonla yatağımızdan fırladık. Ortak bir arkadaşımız, yaklaşık bir saattir evinde süren aramayı haber vermek için arıyordu. Apar topar evinin önüne geldik, saatlerce süren aramada, dışarıda bekledik, gittikçe kalabalıklaştık ve sonunda, öğlen saatlerinde sen polis arabası tarafından götürülürken, ancak seni alkışlayarak destek verebildik. İki gün boyunca emniyette tutuldun, ardından da nöbetçi mahkemeye sevkedildin ve 3 Mart Pazar sabaha karşı, biz bu kez mahkeme önünde, bir cezaevi arabasıyla, hayatın boyunca karşı olduklarının, bu ülkenin karanlığının yanına, cezaevine gönderilmeni izledik.
Ardından, Gülen cemaati ile ilgili yazdığın ama henüz yayınlanmayan kitabın ev ev, ofis ofis dolaşılarak toplanmasını gördü bu gözler. Memleketin darbe günlerinde bile olmayan bir şey oldu yani, henüz yayınlanmamış bir kitap toplatıldı. Biz de böylece zaman zaman derin devletin karşısında duruyormuş gibi yapan cemaatlerinde aslında o derin devlet kadar güçlü olduğunu gördük.
Ahmet, ağabeyimiz Hrant’ı aramızdan alan, 90’ların Kürt illerindeki cinayetlerin arkasında adı olan, dostun, gazeteci Metin Göktepe’yi katleden, 1970’lerden beri Türkiye’de binlerce insanın kaybolmasından sorumlu olan, 1915’teki İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olanlarla, bu suçların bizzat faili ya da failleriyle akraba olanlarla bir ilişkin olmadığını elbette biliyoruz. Hapishaneden Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’e, Ocak ailesine, Göktepe’lere yazdığın ilk mektuba Arat Dink verdiği yanıtla bitirsem? Biz düşmanımızı devletten mi öğrendik ki, dostu ona soracağız?”
Tıpkı Arat gibi, kucaklarım kardeşim.
Çiğdem
__________________________________
[1] Emekli Oramiral ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in henüz görevde olduğu sırada yazdığı günlüklerden çıkan darbe planları Darbe Günlükleri olarak Türkiye siyasi tarihine geçti ve yakın tarihi darbelerle dolu Türkiye’nin nasıl militarist darbelerin kenarından döndüğü bir kez daha kanıtlanmış oldu.
[2] Adları anılan kişiler, Hrant Dink’e Türklüğü aşağılamak suçlamasından 301. maddeden dava açıldığında, gerek gazetesi Agos’un önünde, gerekse mahkeme kapılarında Dink’e sözlü ve zaman zaman fiziksel tacizde bulunmuş, çeşitli toplantı ve yürüyüşler organize etmişlerdi. Birlikte çalıştıkları biliniyordu ancak bu kadar geniş bir şebekenin üyesi oldukları Ergenekon operasyonlarıyla ortaya çıktı.
[3] Ergenekon: Türklerin efsanevi anavatanı ve yaratılış destanı