Hoppa till huvudinnehåll
Turkey
5 min läsning

Dil insanın en özünde bulunan savunma hattıdır

Kürtçe dilini kullanma hakkı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde her zaman en önemli tartışma konularından biri olmuştur. Son dönemde bu konuya genel bakış yumuşamıştir. Bugün Türkiye’de kürtçe bir TV kanalı yayın yapmakta ve kürtçe kitaplar basılmaktadır. Yine de buna rağmen birçok kürtçe konuşan yazar mahkemelerde savunmalarını kürtçe yapamadan cezaevlerinde hapis tutulmaktadır. Kürtçe dilinin etrafındaki paradoxlar halen bulunmaktadır. Muş Alparslan Universite’sinde araştırmacı Ayhan Geverî’ye göre bir dilin geleceğine en son onu kullananlar karar verir.

Credits Text: Ayhan Geverî 08 januari 2013

Kürt yazar ve edebiyatçıları için Kürtçe yazmak, kimi zaman “kadim ve gizli hazineler”den mücevherler aşırmak gibi bir duygu uyandırsa da çoğunlukla “Ölüler Ülkesi”ndeki Sisyphos gibi süregelen bir çaresizliği de imler. Çünkü kadim ve zengin bir edebiyat geleneğine sahip olan Kürtler bu geleneklerini en iyi şekilde kendi dilleri ile ifade ettiklerinde bu miraslarını geleceğe taşımış olurlar. Fakat gerek Kürtlerin dört parçalı bir coğrafyada yaşamaya mecbur kılınmaları gerekse de yaşadıkları ülkelerdeki siyasi otoritelerin baskı ve yasaklamalarından ötürü, Kürtçe yaşam mücadelesini dar alanlarda veregeldi.

Kürtler, Güney Kürdistan bölgesindeki olumlu siyasi gelişmelerin sonucu ve Türkiye’deki baskıcı politikaların terk edilip Kürtçenin önündeki yasaklamaların (bir nebze de olsa) kaldırılmış olmasından sonra edebiyat ve sanat alanında sıçrama yaşadılar. Özellikle de kültürel iletişim anlamında sınırların anlamsız hale gelmesinin etkisi ile Kürtlerin birbirinden haberdar olması, üretilen edebi ve sanatsal çalışmaların hem kalitesini arttırdı hem de birbirinden kopartılmış genetik/geleneksel kodların birbirine eklemlenmesine vesile oldu.

Bu bağlamda son yirmi yılda Kürtçe yazan yazar ve edebiyatçıların skalası genişledi, üretilen eserlerin sayısı ile beraber edebî türlerin çeşitliliği de doygunluğa ulaştı. Yirmi yıl öncesi Kürt edebiyatının temel konusu “varolmak” ve “kendini ispat” etmek üzerine inşa ediliyor, mesnevi ve divan gibi klasik metinlerin yeniden basılması ile 20. yüzyılın başındaki “yarım kalmış millî şarkı” tamamlanmış oluyordu...

Günümüz Kürt edebiyatının geldiği noktada ise artık “ayakta kalabilme” mücadelesi yerine her alanda boy gösterme sürecine girilmiştir. Elbette bunda, yasakların ve baskıların azaldığı, evrensel konjonktürün de olumlu anlamda pekiştirdiği iklimin etkisi de büyüktür. Kürtçenin ve Kürt edebiyatının yeri dünya edebiyatı içinde değer mi kazanır yoksa bu rahat iklime rağmen on yıllar öncesi gibi azala azala mı çoğalır, bunu edebiyat tarihi yazacaktır... Fakat Kürtlerin her alanda süre gelen “istikrarlı” ısrarı özellikle dil alanında devam etmektedir.

Türkiye Kürtleri bağlamında bu ısrarın meyveleri alınmaktadır. Çünkü, eksiklik ve aksaklıklarına rağmen, Kürtçe artık bir piyasa dili olmaktadır ve devletin de teşviki (belki meşrulaştırması) ile statüsü gün be gün artan bir dil konumuna gelmektedir. Devlet, 24 saat yayın yapan bir TV kanalı kurarak, üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri açarak, Kültür Bakanlığı yoluyla her yıl bir Kürt klasiğini yayımlayarak ve Kürtçe basın-yayın alanındaki yasakları kaldırarak aslında bu sürece son derece önemli katkılar sunmuştur. Fakat unutulmamalıdır bunda Kürtlerin Kürtçe ısrarı ile beraber yukarıda bahsi geçen konjonktürün de etkisi yadsınamaz.

Buraya kadar sunduğumuz serencam geçmiş ile karşılaştırıldığında Kürtçe açısından büyük ve radikal değişimlerin yaşandığına işaret eder. Fakat geçmişte nefes almasına dahi izin verilmeyen bir dil olan Kürtçenin şimdi piyasa dili olmasının; Kürtçe konuştuklarında kelime başına para cezaları kesilen Kürtlerin şimdi rahatça Kürtçe konuşuyor olmalarının gerçekte radikal bir değişim olmadığını her Kürt yazar iyiden iyiye bilir ve hisseder. Çünkü radikal iyileştirmelere rağmen geçmişte dil ve kültür alanında uygulanan yıkım ve tramvaların etkisi kolay kolay telafi edilemiyor. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1959 yılına kadar Kürtçe tek bir kitabın basılmamış olması, bu tarihten sonra da (90’ların başına kadar böyle gelir) basılan kitapların parmakla sayılacak kadar az olması, bunları yazan ve yayımlayanların da baskı altına alınması aslında Kürtlerin kollektif bilincine vurulmuş en büyük darbe oldu.

Toplumsal hafızasını yitirmenin eşiğinde bir toplum haline gelen Kürtler için, özellikle de yazar ve edebiyatçıları için, bu yaralanmışlık hali sürmektedir. Dil ve gelenek ile olan bağı zarar görmüş Kürt yazarlar kimi zaman bu durumdan ötürü olması gerekenin çok gerisinde kalabiliyor, kimi zaman da bu yaralanmışlıklarını edebî metinlerin izlekleri haline getirip yaralarından beslenebiliyorlar. Bu bağlamda süregelen tahribatın sağaltılması ve Kürtlerin yaralarının sarılması ancak dillerini özgür bir ortamda kullanabilmeleri ile mümkün olabilir. Çünkü Kürtlerin elinden alınmış en büyük hazineleri dilleridir ve bundan dolayı da dilleri en büyük yaralarına dönüşmüş durumda. Bundan dolayıdır ki dil ile birey ilişkisi bütün serbestiyetine rağmen sağlıklı bir şekilde yürümemektedir, bu ilişkinin sonucunda travmatik ve psikolojik semptomlar kendini hem bireysel hem de toplumsal bağlamda açığa vurmaktadır...

Kuşkusuz Kürtçenin kanayan toplumsal bir yara olmasının en büyük sebeplerinden biri de bu dilin dönem dönem belli kesimlerce kullanılması meşru iken belli kesimler içinse tabu haline getirilmiş olmasıdır. Dil doğal mecrasında akar ve gelişir. Bunun için de dilin sosyal yaşam içinde ilişkilerini dilin kendisi belirlemeli ve dilin reel-politik için araçsallaştırılmasından vazgeçilmelidir.

Türkiye’deki son açlık grevlerinin de gösterdiği gibi, ana-dil insanların en çaresiz kaldıklarında sığındıkları limandır. Çünkü ‘öz’e en yakın duyguların örüldüğü dünya ana-dil ile meydana gelir ve getirilir...

Son söz olarak şunu belirtmek gerekir ki, evet Türkiye’de insanlar sırf Kürt oldukları için eskisi gibi (istisnalar vardır belki) fişlenip takibe alınmamakta ya da fail-i mechule uğramamaktadır. Ama Türkiye’de milyonlarca insan sırf kendini ana-dili ile ifade edemedikleri için, kamu kurum ve kuruluşlarında mağdur olmakta, adliye ve mahkemelerde kendini yeterli derecede savunup duygu ve düşüncelerini aktaramamaktadır. Özellikle mahkemelerde tercüman yolu ile ifadesi alınan insanların verdikleri ifadeler ile zapta geçenlerin birbiriyle örtüşmediği ve -edebiyat üretimi bir yana- en basit ihtiyacı karşılayamama gibi durumlar Kürtlerin “Sisyphos sendromu”nun azalarak devam ettiğini göstermektedir. Bu sebeple de üzerinde hiç düşünülmeden her alanda ve herkes için Kürtçenin ve diğer dillerin kullanılması özgürlükler çerçevesinde garanti altına alınmalı ve tabii ki Kürtlerin de Kürtçe ısrarı iyice değerlendirilmeli ve görülmelidir...

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Ge en gåva på Patreon
Fler sätt att engagera sig

Sök