Mektup Ragıp Zarakoğlu
İsveç PEN'in onursal üyesi, yazar ve yayıncı Ragıp Zarakoğlu, uzun yıllardan beri Türkiye'de hassas konular olarak bilinen alanlarda cesurca çok sayıda kitap yayınladı. 2011 yılının Kasım ayında, KCK davasında tutuklanan ve mahkemeye çıkarılmadan altı ay hapis yatan Zarakoğlu, geçen hafta serbest bırakıldı. Hapiste iken Avukatına yazdığı mektubu yayınlıyoruz.
Kandıra, 20.01.2012, 5.30
Sevgili avukatım Sennur Hanım,
Burada evimizde yaşayıp gidiyoruz kendi halimizde. Sonuç olarak her mekan insanın evidir. Her ne kadar seçme olmadan dayatılsa da. Burası soğuk bir yer, beton ve demirden oluşmuş bir yer. Ayağınızda ve belinizde hissediyorsunuz bunu. Bir büyük kale gibi, bir şato gibi inşa edilmiş Selimiye Zindanının ortaçağ havası içinde de kaldım, Türkiye ordusunun esiri olarak yaklaşık 1 yıl, sonra kışla kışla dolaştım Maltepe 2. Zırhlı Tugay, Alemdağ, Davutpaşa Kışlası… En ağır koşul Selimiye Şatosundaydı, bir kulenin altında kalıyorduk, pencere diye bir yarık vardı, ışık gelmeyen, duvarın kalınlığı zaten belki 10 metre, tavan yüksek, bütün gün florasan ışığı, kemerli bir tavan, neredeyse iki-üç parmak kalınlığında demir parmaklıklar. Osmanlı ordusunun eski ahırları. Havalandırma ise kışın güneş almaz. Burada da 2.5 ay güneşe hasrettim. Oğlum Deniz geldikten sonra güneş alan bir odaya geçtim.
Sadece tutuklular için değil çalışanlar için de sağlığa aykırı bir ortam, beton ve demire dayalı yapılanma ile.
Şu anda da belimde hemen hissettim ayaklarımdan yükselen rutubeti. Üç çorap giyiyorum, iki ince, üstüne kalın kaba yünden Anadolu çorabı, mektuptan hemen sonra onu giyeceğim. Yün iç donu, uzun, yine uzun kollu yün atlet giyiyorum içine, gömlek, kalın kazak. Ayrıca kollarından bağlayarak başka bir kazağı belime sarıyorum.
Kalorifer düzenle yanıyor, arada bir yapışıyoruz.
Buranın koşullarını, bir zamanlar Belge için çalışan bir arkadaşımdan dinlemiştim, eşi burada yanılmıyorsam 10 yılı devirdi.
Burası F. Tipi, yani “terör” zanlılarının ve suçlularının konulduğu (yani hükmü kesinleşenler) bir cezaevi. Ama Türkiye’de “terör” kavramı çok geniş bir torba, kimin terörist olduğunu siyasi irade ve devlet belirliyor. “Yasadışı siyasal faaliyet” gösterenler, ona sempatizan olanlar da, silahlı eylem yapmasalar da “terör” zanlısı kabul ediliyor. Eğer Kürt sorununa değinen, bir yazar yada gazeteci iseniz yada geçmişteki sol örgütlerin artık popüler kültürün bir parçası haline gelmiş “kahramanlarını” anıyorsanız bu da sizi “terör suçlusu” olma riski altına sokuyor.
Hatta Kürt sorunu “bir terör” olayı değil, “yaşanan bir isyan yada başkaldırıdır, dolayısıyla bu sorunun çözümünü bunu basit bir terör olayı olarak çözemezsiniz” dediğiniz de, bu bir gazeteci olarak terör yasası çerçevesinde mahkum olmanıza neden olur. “Bütün ülke yasalarına göre elbette, “isyan”, “başkaldırı” da “suçtur”, bunun içinde yasalarda çeşitli maddeler vardı” diyen bir gazeteci arkadaşım, bu görüşü dile getiren ve Kürt sorununa çözümü tartışan 3 yazısından dolayı, 3 kez ayrı ayrı mahkum olmuştur. (Veysi Sarısözen)
Filistin’deki HAMAS partisi İsrail tarafından “terörist” bir örgüt olarak tanınmaktadır. Oysa bu partinin lideri geçen hafta Ankara’da resmi olarak misafir edilmiş, parlamentoda konuşma yapmıştır. Ankara’ya göre HAMAS, bir siyasi partidir, Filistin halkının haklarını savunmaktadır.
Ama şu anda parlamentoda yer alan yasal bir partinin seçilmiş belediye başkanları, eski milletvekilleri, seçim çalışmalarını başarıyla yürüten kadroları bir siyasal kıyımdan geçirilmektedir.
Bu partinin üyesi olmayan benim gibi yazarlarda gözaltına alınarak, dışarıda barışçıl çözümü savunan liberal aydınlar da tehdit edilmektedir.
40 yıldır muhalif basında yazan bir gazeteciyim. Bu nedenle 1971-74 yılları arasında askeri mahkemelerde yargılandım ve toplam 2 yıl hapis yattım.
1982 yılında 3 hafta küçücük bir hücrede 10 kişiyle birlikte kaldım. Askeri Mahkemede, yine de tutuksuz yargılandım. Dava 10 yıl sonra beraat ile sonuçlandı. Ama eşim benim kadar “şanslı” değildi. “Kitap” yayınladığı için, 45 gün bir işkencehaneye dönüşmüş “siyasi polis”te kaldı ve 4 ayda askeri cezaevinde kaldı, sonunda beraat etse bile.
Türkiye 1983’ten sonra seçimle gelen sözde “demokratik” hükümetler tarafından idare ediliyor.
Bugün 1980 darbesini yapan 2 general yargılandığı için mutluyum. Ama 1982 Anayasası hala yürürlükte ve hükümet bu anayasanın verdiği anti-demokratik baskı olanaklarını, kendi güçlü iktidarı için sonuna kadar kullanıyor.
Askerin denetlediği “kontrol altında demokrasi” biçimsel olarak bitti. Ancak onun yerini ne yazık ki bir çeşit polis/hakim vesayeti altında bir sistem aldı.
20 yıldır bir demokrat olarak muhalif sol basın yanında, Kürt basını için yazıyorum, savunduğum insan hakları, azınlık hakları yanında, Kürtlerin haklarını da savunuyorum.
Bu nedenle 1990’larda bir kez, TCK 301. maddeden mahkum oldum, ama hapis cezam karara muhalif olan mahkeme başkanın istemi ile ertelendi. Ama tüm siyasal haklarımı yitirdim 5 yıl süreyle.
Ama yayıncı olan eşim benim kadar şanslı değildi 90’lı yıllarda. İki kez hapse girdi. Ermeni ve Kürt sorununa ilişkin iki kitaptan dolayı. Türk ordusunun işlediği Cenevre Konvansiyonu ihlallerine ilişkin Helsinki Watch raporunu yayınladığı için, (ki bu rapor gerillaların yaptığı ihlallere de değiniyordu) 1996 da mahkum oldu. Bu cezası ertelendi, ama bütün siyasal seçme ve seçilme hakları elinden alandı.
Eşim yayınladığı Ermeni ve Kürt tabusuna ilişkin kitaplardan dolayı 40 ayrı davadan yargılandı. Kurduğu yayınevi çökme eşiğine geldi. Cezaevlerindeki uygun olmayan koşullarda sağlığının bozulmasına neden oldu ve en üretken yaşında onu yitirdik. Öldükten sonra da yargılanmaya devam etti. AİHM’de yaptığı başvurulardan sadece birini kaybetti. O da ilk başvuru geç yapıldığı için. Kazandığı davalar arasında Helsinki Watch Raporu davası da vardı.
Buna rağmen Ankara Hükümeti, Diyarbakır Belediyesinin onun adını bir parka vermesini engelledi. Sayısız uluslar arası ve ulusal ödüle sahip olan eşimin bir “terör suçlusu” olduğunun mahkeme kararı ile tespit edildiğini gerekçe gösterdi.
Böylece AİHM kararlarının eşimin “suçsuz” olduğunu kanıtlayan kararını tanımadığını göstermiş oldu. Üstelik T.C. Dışişleri Bakanlığı tarafımıza tazminat ödediği halde.
Ne yazık ki, Diyarbakır Belediyesi de, eşimin adına sahip çıkıp, bunun için yasal bir itirazda bulunup dava açmadı. Bu haksız karar boyun eğdi. Sonuç olarak aileye sorulmadan isim bir parka verildi, daha sonra da yine ailenin fikri alınarak yasal bir mücadele verilmekten kaçınıldı.
Bu ailemizi ikinci kez yaraladı.
Rahmetli eşim, yayıneviyle Uluslar arası PEN’in de konseptlerine uygun olarak Hapisteki ve Sürgündeki yazarlara sahip çıktı.
Şu anda Belge’nin çalışanlarından Kıymet hanım İsveç’te, yazar eşi orada yaşadğı için. Belge Yazarı Sebuktay Kaan’da uzun yıllardır İsveç’te yaşıyor. Bir başka yazarımız Berjin Haki, Finlandiya’da. Keşke PEN onunla da ilgilense.
Ayşe Nur Zarakolu’nun yayınladığı yazarlardan A.Kadir Konuk 1 yıl Heinrich Böll’ün evinde kaldı. Ne güzel. A.Kadir Konuk bir idam mahkumuydu. Uluslar arası kamuoyunun tepkisi olmasa idi, diğer Belge Yazarı İlyas Has ve Kadir gibi idam edilecekti 1984 yılında.
Ayşe Nur Zarakolu, İsveç’te yaşayan Mehmet Uzun’a, 1990’lı yıllarda hiçbir yayınevi basmadığı için sahip çıktı. Ve o sırada Mehmet Uzun, Kürt siyasal çevreleri ile de sorun yaşıyordu.
Sonuç olarak BELGE aynı zamanda muhalif çevreler içinde de, yazma ve ifade etme özgürlüğüne sahip çıktı; sol içi şiddeti eleştirdi ve bu tabuya da değinmedi.
Şimdi ruh halin nasıl diye sorsan; bunu öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyorum. 15 yıldır temel meslek örgütü olan Yayıncılar Birliğinin ifade ve yayınlama özgürlüğü raporlarını yayınlıyorum. Hükümete gerekli yasal reformları yapması doğrultusunda uyarıları yapmak yanında; bu raporları beni yargılayan yargıçlara vererek, Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası belgeleri de yargıda hukuki dayanak olarak kullanmaya çağırdım. Onlardan siyasetçiler gerekli yasal değişiklikleri yapmasa bile; yapacakları daha liberal içtihatlar ile demokratikleşmeye katkı sunmalarını istedim. Belki de onları kızdırdım.
Öfkeliyim, çünkü kendimi kandırılmış hissediyorum. TMY’nin düşünce ve ifade özgürlüğünü engellemesini gidermek için, Basın Konseyinin 1994-1995 yılında oluşturduğu komisyonu Türkiye PEN’inin Cezaevinde Yazarlar Komitesi başkanı olarak katıldım. Bu komisyon gerekli değişimi sağlaması bile; küçük düzenlemeler sonucu en azından o dönem daha fazla gazetecinin cezaevine girmesini engelledi.
Yıllarca Türkiye Yayıncılar Birliğinin, Komite başkanı olarak Dünya Yayıncılar Birliği toplantılarına katıldım. Amerikan, Kanada, Hollanda, Norveç, İsveç devlet ve sivil toplum kurumlarına, bizleri ziyaret ettiklerinde sorunlarımızı dile getirdim. Amerikan Yayıncılar Birliğinin yıllık yayınlanma özgürlüğü toplantısında, Hrant’ın katledilmesi de dahil nefret suçlarının yükselişine işaret ettim.
T.C. Kültür Bakanlığının düzenlediği, 1939’da başlayan ve geçen yıl 5. si yapılan Ulusal Yayın Kongresinde, konunun bütün taraflarının savcı, polis, yayıncı ve yazarların da katıldığı Yayınlama Özgürlüğü Komisyonunun başkanlığını yaptım ve reform önerilerini raporlaştırdım.
Şimdi bizimle alay mı edildi, yoksa bize tuzak mı kuruldu diye sorsam, bunda haksız olur muyum acaba?
Haksızlıkların bozduğu sağlığı nedeniyle aramızdan erken ayrılan eşimle aldığımız ulusal ve uluslar arası ödülleri saymak beni utandırır.
Benzeri olayı, Hükümetin azınlık hakları raporu yazmakla görevlendirdiği Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. Kaboğlu da yaşadı. Aşırı milliyetçi, ırkçı çevreler tarafından adeta linç edilmelerine, hakaretlere uğramalarına, tehdit edilmelerine müsaade edildi. Onlara hakaret edenler “beraat” ederken, Türk yargıcı onları cezalandırmaya kalktı.
Bir “terör” suçlusu olarak suçlanmam, imal edilmiş kuşkulu “yasadışı örgütlerle” ilintili gösterilmeye çalışılmam sadece benim saygınlığıma, ailevi ve sosyal ilişkilerime yapılmış bir saygısızlığın da ötesinde; yıllardır birlikte reform ve temel haklar için çalışma yürüttüğüm kurumlara da saygısızlık; hatta hakaret anlamına gelir. Hem beni “kuşkulu” bir insan konumuna sokar, saygınlığımı zedeler ve beni sözüne güvenilmez bir konuma sokar; hem de benimle görüşen kişi ve kurumları “kuşkulu” kılar. Buna T.C. Kültür Bakanlığı da dahildir.
Böylesi olaylara totaliter rejimlerde ve polis devletlerinde rastlanır ancak. Bunun “reformist” olduğunu iddia eden bir yönetim altında yaşanması son derece acı.
1988’den beri 12 Eylül’de insanlığa karşı suç işleyen militaristlerin yargılanması için çaba harcıyorum.
Darbeden 30 yıl sonra, üstelik sözde 12 Eylül’ün failleri yargı önüne gelirken; benim 12 Eylül’ün zihniyetini mutlaklaştıran bir yaklaşımla hapsedilmem bana sonsuz acı veriyor ve öfkelendiriyor.
Avukatım Sennur Baybuğa her ay bu haksız ve saçma tutuklamanın kaldırılması için, gerekçeli tahliye başvurularında bulunuyor.
1920’lerin İstiklal Mahkemelerinde, 1940’ların, 1971’lerin Sıkıyönetim Mahkemelerinde olsa hadi buna şaşmayalım.
Ama 21. yüzyılda hala Magna Carta’nın hayatımıza girmemiş olması, sadece benim için, sadece yüzlerce gazeteci, belediye başkanı, insan hakları savunucusu, v.d. için değil, ülkem için çok acı ve utanç verici.
Gelinen nokta benim için sözün bittiği yerdir.
Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Ragıp ZARAKOLU
2 Nolu F. Tipi Yüksek
Not: Şu anda, sözde “suç”um kanıtlanmadığı halde, bir “Ceza İnfaz Kurumunda” kalmam da; yargı önüne çıkmadan peşin olarak cezalandırılmamız anlamına geliyor.