Hoppa till huvudinnehåll
I see you in an amber
11 min läsning

ANA DİLİNİZDE YAZAMAMAK NASIL BİR DUYGU?  

Bu soruyu başta Türkçe olmak üzere başka dillerde yazan Kürt kökenli bazı yazarlara sorduk.

Edebiyat tarihinde bazı yazarlar dillerini kendi iradeleriyle değiştirmiş, kendi anadillerinden başka dillere geçmiş, bazı yazarlar ise kendi anadillerinde yazamadıkları için başka dillere geçmişlerdir ve diğer dillerde edebiyat yaratmışlardır. Güçlü asimilasyon dalgasına rağmen hala anadilinizi unutmadınız ve anadilinizi sorunsuz bir şekilde konuşabiliyorsunuz. Ama kendi anadilinizde yazmadınız, sebebi neydi? Kendi anadilinizde yazamamak nasıl bir duygu?

Credits Hevpeyvîna Firat Cewerî 11 maj 2023

CEMÎL TURAN BAZİDÎ Doğubeyazıt şehrinde doğdu. Türkiye siyasi yaşamını derinden etkileyen (1971 ve 1980 ) askeri darbelerini yaşadı. Politik çalışmalarından dolayı 1980 askeri darbesinden sonra tutuklandı. Almış olduğu cezalardan dolayı 1984 yılında yurtdışına, Yunanistan’a kaçmak zorunda kaldı. Yunanistan’da siyasi mültecilik daha sonra ise Yunan vatandaşlığı aldı. Halen gazeteci olarak Yunanistan Basın Bakanlığında ve günlük bir Yunan gazetesinde çalışmaktadır. 2014 Yunanistan΄ın Kürdistan kültür ataşesi oldu. Yaşam hikayesi Nikos Kasdağlis tarafından Ağrı Dağı Volkan Püskürüyor ismiyle romanlaştırıldı. Yunanca 8 roman ve toplam olarak 12 kitabı vardır.

– 1980 Askeri faşist diktatörlüğünde siyasi faliyetlerimden dolayı tutuklandım ve en barbar işkence yöntemlerinden geçtim, hakkımda istenen cezalardan dolayı zorunlu olarak ülkemi terk edip Yunanistandan politik sığınma talebinde bulundu (1984 yılında ).. Yaşama ayak uydurabilmek için hızlıca Yunan dilini öğrendim, ileri doğru attığım her adımda Yunanlı dostlarımdan (diliniz Kürtçe farklımı, Kürt edebiyatı, şiiri zenginmi) gibi sorularla karşılaşıyordum, mesleğim olan Gazeteciliğe 1992 yılında profesyonel olarak başlayınca bu beni edebi çalışmalarıma da geri dönderdi...Önümde iki seçenek vardı, birincisi: Kürtçe yazmak istediğim çalışmalarımı basıp ve yayınlamak imkansızdı, ancak yazıp sürecin olgunlaşmasını beklemem gerekiyordu, yaşam bunu el vermiyordu, yaşamış olduğum ülkenin insanlarına bir şeyler vermek zorundaydım... edebiyatın ve sanatın güçünü bilen bir insan olarak, halklarımızı yakınlaştıran en etkin unsurun bu olduğu bilincindeydim..

İkinci seçeneğim: en iyi şekilde öğrenmeye çalıştığım Yunanca ile yazmak oldu, ilk Kitabım «Kardelenler Kan İçinde» - 2000 yılında yayınlandı ve Kürt yazarın Yunanca yazmış olduğu ilk kitap ünvanını aldı.. bunu takiben aralıklarla 12 kitap çıkardım. Yunanlı aydın dostlarımın ve genel olarak Yunan halkının sevgisini kazandım, «Yunanistanda Kürt edebiyat ve sanat ekolünü oluşturan kişi» ve «Bizim Cemil Kürt, Yunan ve Dünya vatandaşı» gibi Yunan basında yazılar çıktı.. eserlerim onlarca ödüle laik görüldü... Ben sadece Kürtlerin yaşadığı, acıyı, dramı anlatmıyorum. Aynı zamanda Kürt kültürünün ne kadar eskilere dayandığını ne kadar geniş olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Tüm bunların yanı sıra Kendi anadilim Kürtçede yazamamak (yayınlayamamak) burukluğunu içimde yaşıyorum, kendi anadilinde yazamamak kanadı kırılmış bir kuş duygusu gibi yüreğimdedir, yüz yılların medeniyetine, kültürüne, diline sahip bir halkın çocukları olarak 22.yy anadilimizin barbarca yasaklanması, hiç bir insan hakları normlarına uygun değildir.

*

Kemal Varol: 1977 yılında Ergani’de doğdu. Edebiyata şiirle başladı. Yas Yüzükleri (2001), Kin Divanı (2005), Temmuzun On Sekizi (2007) adlı şiir kitaplarından sonra bütünüyle düzyazıya yöneldi. Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Âşıklar Bayramı (2019) ve Kara Sis (2021) adlı romanları, Sahiden Hikâye (2017) adlı bir hikâye kitabı ve Demiryolu Öyküleri (2010) ile Memleket Garları (2012) adında iki derlemesi yayımlandı. Haw romanıyla, Sabit Fikir 2014 Yılın Romanı, Bursa ÇGD Barış Ödülü, Pen Amerika Çeviri Destek Ödülü, 2014 Cevdet Kudret Roman Ödülü ve 2021 Fransa-Türkiye Edebiyat Ödülü’ne, Sahiden Hikâye kitabıyla 2018 Sait Faik Hikâye Armağanı’na, Netflix sinema uyarlaması olarak çekilen ve senaryosunu da yazdığı Âşıklar Bayramı romanıyla 2019 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü ve 5. Attilâ İlhan Roman Ödülüne değer görüldü. Romanları İngilizce, Fransızca, Macarca ve Arapçaya çevrildi.

– Doğup büyüdüğü evde tek kelime Türkçe konuşulmayan bir aileden geliyordum. Annemle babam hiçbir zaman bir yazar olarak ne yaptığımı anlamadılar. Yazdıklarımla ilgili iyi kötü gururlanmadılar. Bir tek günler geceler boyu okuyup yazmaktan ötürü gözlerimin bozulacağından endişe ettiler. Birkaç defa yazdıklarımı Kürtçeye çevirtip onlara okumayı düşündüm ve yazdıklarımı anadilime çevirme düşüncesi fazlasıyla kötü bir duygu olarak karşıma dikildi. Hiç şüphesiz, romanlarımı yazarken onların anlattığı hikâyelerden, bazen de onların hikâye ediş biçimlerinden fazlasıyla yararlandım ama yine de anadilime ait değildim artık. Üstelik anne babamın anlamadığı, hiçbir zaman okuyamayacağı bir dilde yazıyordum. Belki bir çeşit evden kaçma eylemiydi bu. Dille yapılmış bir evden kaçma eylemi. Ama sanıldığının aksine evin dışı her zaman huzur vermiyordu kendisinden kaçana. Çünkü evin, sınırın öte yakasında da değişen bir şey yoktu. Galiba Türk okurların gözünde “orada” yaşanan kimi meseleleri anlatan, “oradan” beslenen, “buraya” aitmiş gibi durmayan, “buraya” ait olmak için pek çabalamayan, “orada” sıkışıp kalmış bir yazar olarak anıldım hep. Elimde, içinde yan yana getirilmeyi bekleyen bir sürü kelimeler olan tahta bir bavul, hangi yöne gideceğine karar veremeyen, onu kimlerin karşılayacağını asla bilemeyen bir yolcu imgesiyle kalakaldım.

Kürt yazar ve okurlar nezdinde sırf Türkçe yazdığım için giderek daha az önemsendiğimin bilincindeydim. Şüphesiz, üzüntü veren, “ben de sizin bir parçanızım” diye bakan bir çift göz için hayli kederli bir duyguydu bu. Onca yıl baskı altında kaldıktan sonra yeniden dirilen bir anadile sahip çıkıldığını görmek elbette sevindiriciydi ama o çabanın bir parçası olamamaktan dolayı üzüntülüydüm de. Kimi arkadaşlarım, Türkçe yazmayı bırakıp bütünüyle Kürtçeye yöneldiklerinde bu utanç duygusunu daha fazla hissettim.

*

Murat Özyaşar, 1979’da Diyarbakır’da doğdu. İlk kitabı Ayna Çarpması ile 2008 Haldun Taner Öykü Ödülü ve 2009 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Sarı Kahkaha adlı kitabı ile 2016 Uluslararası Balkanika Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Aslı Gibidir adlı kitabına Selçuk Demirel desenleriyle eşlik etti. Öyküleri İngilizce, Almanca ve İtalyancaya, kitapları ise Fransızca, Kürtçe, Farsça ve Soraniceye çevrildi.

– “Niçin Kürtçe yazmıyorsunuz?” sorusuna haklı gerekçelerle yıllarca muhatap oldum – Çünkü bir Kürt’tüm ve Türkçe yazıyordum− sanırım bundan sonra da bu soruya muhatap olmaya devam edeceğim. Bu soruya hep bir yutkunmadan sonra yanıt olmaya çalıştım. İçten içe bu soruyu bir Fransız sorsa günlerce anlatabileceğimi düşündüm hep. Ancak sorunun öznesi genellikle Kürtler veya Türklerdi. Politik zeminden omuz alan bu sorunun yanıtının onlarda da olduğunun, belki de benimkinden daha uzun bir yanıtın onlarda da olduğunu biliyordum hiç kuşkusuz. Kaldı ki bu, bir soru da değildi, iyi niyetli bir kışkırtmaydı. Anadilinde yazmıyor/yazamıyor olmak, edebiyat tarihinde iki türlü olmuştu.

Kimi şair ve yazarlar entelektüel bir tercih gereği anadilinde yazmamayı tercih ederken kimileri de bir zorunluluk gereği anadilinde yazamamışlardı.

Kürtçe düşünüp Türkçe cümle kurmanın somut ve tuhaf delili. Sözünü ettiğim ne Kürtçesi saf bir Kürtçe ne de Türkçesi pirüpak olan bir Türkçe. Evde konuşulan Kürtçeye sızmış Türkçe sözcükler, sokakta ve okulda ise Türkçeye bulaşmış Kürtçe sözcükler, sentaks ve gramer...

İki dilin birbirine sarmaş dolaş bulaştığı, köksüz, köksüz olduğu için de bir vaat taşıyan, travmatik, kara, karaşın bir dil!

Dilbilimciler ne der bilmem ama annemin dilinin Kürtçe olduğu doğrudur. Kimi rüyaları Kürtçe, kimilerini Türkçe, kimilerini de bu iki dilin alaşımından doğan dille gördüğüm de doğrudur.

Dil tartışmaları siyaseten yapıldığından sakınımlı konuşmak zorunda olduğumu biliyorum hiç kuşkusuz. Ve siyaseten “anadil” meselesini sonuna kadar savunuyorum elbette. Bu uğurda canına cömert davrananların da farkındayım.

Ama itiraf etmeliyim ki bunca enkaz ve Felaketten geçmiş bu toprağın çocuğu olarak, anadilimin saf bir Kürtçe olduğuna ikna olamıyorum bir türlü, saf bir Türkçeyle yazdığıma ikna olamadığım gibi.

Zihin dünyama da, şeyleri kavrayışıma da, eşyayı anlama biçimime de sirayet eden bir “yarılmış dil” var. Ve ben bu dili, anadilim olarak görüyorum çok zamandır. Çünkü tam da Dünya Ana’dan el alan bu yarılmış dilin içine doğdum ben. Melez değil, “kırma” demek daha doğru sanki bu dil için.

*

Muharrem Erbey 1969’da, Diyarbakır’da doğdu. 25 Eylül 1997’de annesini kaybettikten sonra kaleme sarıldı. Öykü, makale ve denemeleri, İngilizce, Almanca, İsveççe, İtalyanca, Norveççe, İspanyolca ve Arapçaya çevrildi. Edebiyat, barış ve insan hakları alanındaki çalışmalarından dolayı, 1999 Ankara Barosu Öykü Ödülü’nü, 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü’nü, 2012’de Ludovic Trarieux Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Ödülü’nü, 2014’te Norveç PEN Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’nü, 2014’te İsveç Pen baskı altındaki yazarlara verilen Tucholksy Ödülü’nü kazandı. 2016’da Yaşar Kemal öykü seçkisi, 2018 Oğuz Atay seçkisi dahil çok sayıda seçkiye öyküleri alındı. 1997’den bu yana Diyarbakır’da serbest avukatlık yapıyor. Burçin ile evli. Robin ve Rober adında iki oğulları var. Kayıp Şecere, Babam Aharon Usta öykü kitapları ve Tahir Elçi Hikâyesi biyografi ve Günahkârlar Kalesi romanı yayımlanmış; Barış Hikâyeleri Seçkisi başlıklı eseri yayıma hazırlamıştır.

– Kulaklarım Kürtçe masallar, meseller ile doludur. Doğuda her şey hikaye edilerek anlatılır. Hikayesi yoksa hiçbir insanın ve olayın ehemmiyeti yoktur. Birisi ölmüşse hemen ‘nasıl öldü?’ diye sorarız. Birisi evden kaçmışsa ‘neden kaçmış?’ diye sorarız. Nedeni hikaye edilen kısımdır. Hikayede her şey tam anlatılmaz. Dinleyiciye eksik kalan kısmı tamamlanması istenir. Bu kadim kültür bu günlerde tümüyle unutuldu desek yeridir. Ben hikaye dinleyerek büyüdüm. Anne annem her hikaye anlattığında sesini, beden dilini değiştirir, biz çocuklar bir pandomim sanatçısını, bir tiyatrocuyu, bir film aktrisini izler gibi nefes nefese ona, sesine, bedenine odaklanırdık. Aslında hikaye anlatmaz, yaşardı, bizler de onunla yaşardık. Ben çocukluğumda hikaye dinlerken kendimden geçtiğimi hatırlarım. E. M. Cioran, Doğmamış Olmanın Sakıncası Üstüne adlı kitabında ise “kimseye açmaya cesaret edemeyeceğimiz konuları dile getirmek için kitap yazmak zorunda kalırız,” der. Evet yazar, her kitabında kimseye anlatamayıp içinde biriktirdiklerini aktarmak için kitap yazar. Yazarak öğrenir içinde saklı olanları, kendisinden bile gizlediklerini. Yazarak hayata daha iyi hazırlanır. Yazmak bir yaşam biçimine dönüşüyor, nefes oluyor, ses oluyor, seni besliyor bir süre sonra. Ben çok iyi biliyorum ki; bundan sonra sadece okuyup yazarak yaşayacağım. Çünkü öğrenmek ve aktarmak istediğim çok şeyin bende biriktiğini biliyorum. Doğduğum andan itibaren annem ve nenem ile Kürtçe konuşuyordum. Kürtçe hikâyelerden masallardan mesellerden beslendim. Ama yazım dilim oluşmadı. Çünkü Kürtçe yazım diye bir şeyden habersizdik. Tüm hikâyelerimin geçtiği mekânlar kahir ekseriyetle Kürt coğrafyasıdır. Karakterlerimin çoğunluğu da Kürt’tür. Haliyle yaşadığım coğrafyanın izleri hikâyelerimde kitaplarımda oldukça fazladır. İki dilli yaşamak zordur. Evde dinlediğim Kürtçe masalların yerine okulda daha sert kuralları olan başka bir dille güne devam etmek zor ve zahmetliydi. Neşeli, sohbetlerin sır dolu hikayelerin anlatıldığı büyülü dil Kürtçe, resmi konuşmaların, kuralları dolu eğitimin verildiği dil Türkçeydi. Kendi ana dilimde yazmayı çok isterdim. Ben çocukken yazmaya başladım. Kürtçe yazım dili diye bir şey olduğunu çok sonra anladım. Sanki bizim aile dünyamızda Kürtçe yazılmazdı diye zihnimde kodlar oluştu. Sonra denedim ama eksik kaldığını görünce vazgeçtim. Kürtçe edebiyatından, Türkiye ve dünya edebiyatından besleniyorum. Ben tarihi romanlar okumayı seviyorum. Dolayısıyla sevdiğim romanlar yazıyorum. Kendi coğrafyamdan olayları kaleme alıyorum. Karakterlerim, hikayelerim, ritüeller, mekanlar, meseller tamamıyla Kürt halına ve coğrafyasına aittir. Dil dışında her şey kendi doğduğum mecraya dairdir. Dediğim gibi çocuklukta Kürtçe’nin yasak bir dil olduğuna ve Kürtçe yazım dilinin olmadığı düşüncesiyle büyüdüm. Çok sonraları Kürtçe eserlerin varlığından haberdar olduğumda üniversitede okuyordum. Kendimi ana dilimde ifade edemediğim için kötü hissediyorum.

*

Seyyidhan Kömürcü, 1978 Mardin Derik doğumlu. Ankara Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun oldu.

İlk kitabı "Hasar Ayini" 2003’te, ikinci kitabı "Dünya Lekesi" ise 2014 yılında yayımlandı. İlk kitapla 2003 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’’nü Mehmet Erte ile paylaştı. Devamında Arkadaş Zekâi Özger Şiir Özel Ödülü, ve Nüzhet Erman Şiir Ödülü, “Dünya Lekesi” adlı kitabıyla da Homeros Şiir Ödülü'ne değer görüldü. Son kitabı, “Kendinin Ağacı” Everest Yayınları tarafından 2020 yılında yayımlandı ve 2021 Metin Altıok Şiir Ödülü’ne değer görüldü.

Dünya Lekesi , 2018’de Sylvain Cavaillès’in çevirisiyle ve “La Tache Du Monde” adıyla Kontr Èditions tarafından Fransa’da, Barbara Yurtdaş’ın Almanca çevirisiyle de Elif Verlag tarafından “Schmutzfleck” ismiyle 2021 yılında Almanya’da basıldı.

2020 yılından bu yana Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nün seçici kurul üyeliğinde de yer alan Seyyidhan Kömürcü, Ot Dergi’de yazdığı aylık yazılar dışında derginin şiir editörlüğünü de yürütüyor.

– Uzun zamandır düşündüğüm bu meseleye vereceğim cevapların çoğunun sonuçlandırılamamış birer ihtimal özelliği taşıdığını belirtmek isterim.

Genellikle bir dili bilmenin o dilde edebiyat yapmaya yetmediğini düşünürüm. Hatta zaten konuşabiliyor olduğunuz bir dili yazıda denemenin teknik bir aksaklığa yol açtığını, “madem konuşabiliyorum neden yazayım?” gibi bir his yaratma ihtimalinin de olduğunu sanıyorum. Belki de insan iyi bildiği dilde konuşur, az bildiği dilde yazar. Bilmiyorum. Çünkü konuşabildiğimiz dili değil de konuşamadığımız dili yazıya dönüştürme ihtiyacı duyuyor olabiliriz. Ayrıca birden fazla dil bilmek muazzam imkanlar sunsa da her dil, edebiyat estetiği duyuşumuzda aynı etkiyi yaratmaz.

Öte taraftan asimilasyon ve onun araçlarının oluşturduğu kirliliğe paralel olarak, Kürtçe konuşmanın, dinlemenin, benim için bir var oluş biçimi olduğunu hissettiğim halde, yazı disiplininde yeterli olamayabileceğimi, bu güne dek Kürtçe üretim yapan, bunun bedelini ödeyen öznelere, metinlere ve geleneğe “ana dilime dönüyorum” demenin şimdilik haksızlık olacağını sanıyorum.

Ana dilimizi ya da diğer dilleri korumanın en önemli yöntemi dolaşımda olmasını sağlamak olsa da sanatsal bir disiplinde durum değişir. Bazen bazı şeyleri yapmayarak ya da yapmayı işin ehline bırakarak da korumuş olabiliriz.

Bütün bu ihtimallere rağmen ana dilim olan Kürtçenin dönemin ruhuna denk gelen imajlarından arındırıldığı bir zeminde yeterliliğimin, duygumun ve fikrimin değişebileceğini de hesaba katıp andığım bütün hassasiyetlere dikkat ederek, ileride ana dilimde yani Kürtçede de yazmayı deneyebileceğimi hissediyorum.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Ge en gåva på Patreon
Fler sätt att engagera sig

Sök